“Verem Eğitim ve Propaganda Haftası”, 1947 yılından beri her yıl 7 - 14 Ocak arasında ülkemizde veremle savaş için farkındalık oluşturmak amacıyla kutlanıyor. Sizler için ülkemizin bu hastalıkla olan savaşını yakından inceledik.
Verem nasıl bir hastalık?
Verem ya da diğer ismiyle tüberküloz (TB), Mycobacterium Tuberculosis isimli bir bakteriden kaynaklanıyor. Yüksek bir bulaşıcılığa sahip olan verem, birden fazla organda görülürken en çok akciğerleri etkiliyor. Lenf bezlerinde de gözlemlenebilen verem, bir kişiden diğer bir kişiye öksürük ya da hapşırık gibi damlacık yoluyla saçılıyor. Havada asılı kalan partiküllerin solunmasıyla kişi enfekte oluyor.
Alman Doktor Robert Koch tarafından keşfedilen verem, 50 yıldır tedavisinin mümkün olmasına rağmen, dünyada en yaygın ve ölümcül bulaşıcı hastalıklardan biri olmaya devam ediyor. Hatta dünya genelinde yılda üç milyonu aşkın kişi bu hastalık yüzünden hayatını kaybediyor.
Verem nasıl belirti veriyor?
Enfekte olan bir kişide verem, birkaç hafta içinde yüksek ateş, kan öksürme, göğüs ağrısı, uzun süren öksürük, nefes alırken ağrı, gece terlemeleri, titreme nöbetleri, iştah kaybı ve hızlı kilo kaybı ile kendini gösteriyor.
İnsan vücudu verem hastalığına neden olan bakterileri barındırsa da bağışıklık sistemi genellikle aktif olarak hasta olmayı engelleyebilir. Bu nedenle tıp uzmanları verem hastalığının aktiflik durumuna göre ayrım yapıyor. Latent verem, yani gizli verem hastalığı durumunda kişide bakteriden kaynaklanan bir enfeksiyon olsa da vücutta inaktif bir biçimde kalırlar ve semptoma sebep olmazlar.
Verem nasıl teşhis ediliyor?
Verem için kan testleri artık yaygın olsa da Tüberkülin (PPD) adı verilen basit bir cilt testiyle hastalık teşhis edilebiliyor. PPD Tüberkülin adı verilen madde, kolun iç kısmındaki derinin hemen altına çok az miktarda enjekte ediliyor. 48 ila 72 saat içinde koldaki enjeksiyon bölgesinde şişme olup olmadığı bir sağlık uzamanı tarafından kontrol ediliyor. Burada sert ve kabarmış bir yumru varsa verem riski altında olduğunuzu gösteriyor. Testlerde pozitif bir durum elde edilmişse doktor göğüs röntgeni ya da bilgisayarlı tomografi taraması isteyebilir.
Türkiye’nin veremle savaşı
Ülkemizin verem ile mücadelesi çok uzun yıllara dayanıyor. Osmanlı döneminde birçok hekim bu hastalığın tedavisi için önemli adımlar atsa da veremle ilgili hatrı sayılır mücadele 20. yüzyılın ilk çeyreğine tekabül ediliyor.
1918 yılında Prof. Dr. Besim Ömer Paşa tarafından kurulan “Veremle Mücadele Osmanlı Cemiyeti” ülkemizin veremle mücadelesinin öncü kuruluşu olarak kabul ediliyor. Bunu 1923 yılında Dr. Behçet Uz tarafından kurulan “İzmir Veremle Mücadele Cemiyeti Hayriyesi” ve yine aynı yıl kurulan “Balıkesir Veremle Mücadele Cemiyeti ” izledi. 1930 yılında çıkarılan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’yla konuyla ilgili önemli adımlar atıldı. Ülkemizde 1950’li yıllara kadar veremle savaşmak için dispanserler ve senatoryumlar açıldı.
1952’de Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF ile yapılan bir anlaşma kapsamında “Türkiye BCG Kampanyası Teşkilatı” kuruldu. Kampanyanın idaresi Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsüne verilmiş ve başkanlığına da kampanyanın kurulmasında büyük hizmetleri geçen Dr. Niyazi Erzin getirildi.
Ülkemizde ilk verem aşısı ne zaman üretildi?
Ülkemizde Verem aşısı olarak bilinen BCG, ilk kez Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsünde üretilmeye başlandı. 1921 yılında deneysel üretimi başlayan verem aşısı 1931 yılında seri üretime geçti. Ağız yoluyla uygulanan BCG aşısını, 1976 yılında çalışmalarına başlanan kuru BCG aşısı takip etti. Enstitüde üretimine başlanan kuru BCG aşısının 1983 yılında seri üretimine geçildi. Ancak, 1998 yılında eski teknoloji ile yapılan BCG aşısı üretimine, ekonomik olmaması nedeniyle son verildi. Sonuç olarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Kurumu’nda aşı üretiminin durdurulduğu 1998 yılından beri Türkiye’de lisanslı bir aşı üretilmiyor.
Heybeliada Sanatoryumu
2005 yılında Sağlık Bakanlığı tarafından kapatılan Heybeliada Sanatoryumu, adanın güney tarafındaki Çam Limanı’na bakan bir tepede İsviçre’deki bir sanatoryum model alınarak inşa edildi. Başta 16 yatak kapasitesiyle hizmet veren tesise, 1940’lı yılların ortalarında yeni bir bina daha eklendi. Şehir merkezinden uzak, çam ormanları içinde temiz bir hava ve kuvvetli bir gıda bakımı, dönemin en iyi tedavi şekliydi. Hastalar için balkonunda da birer yatak vardı. Gıda olarak hastalara günde dört öğün yemek yanında et, süt ve bal veriliyordu. Sağlık hizmetinin yanı sıra tıp eğitimi de veren bu sanatoryum, Prof. Dr. Siyami Ersek ve daha birçok yerli ve yabancı uzman doktoru da yetiştirdi. Bu nedenle, DSÖ tarafından tüberküloz için bir eğitim ve araştırma hastanesi olarak kabul edilen bu sanatoryum; İsmet İnönü, Rıfat Ilgaz, Ece Ayhan gibi isimlere de hizmet verdi.