Aşk, kimilerinin aradığı, kimilerinin bulduğu, dönüştüren, değiştiren zengin bir duygu. Jung’un ortaya koyduğu Anima ve Animus ise kadının içindeki erkek, erkeğin içindeki kadın imajı, dolayısıyla aşkın önemli birer müsebbibi.
Herkesin kişiliği gibi yaşadığı aşk ya da aşklar da biricik, benzersiz hikayeler yazabilir. Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Romeo ve Juliet, Marcus Antonius ve Kleopatra… Daha nice bilinen efsanevi aşıklar ve aşkların ortak noktası ise iç içe geçmiş neredeyse bir olmuş iki ruh; akla, mantığa ya da genel kabullere sığmayan birçok eylem. Tarihten günümüze çok sayıda filozof, psikolog, yazar, bilim insanı, belki de bu nedenle bir nevi “delilik” olarak tanımlanan aşkın şifrelerini çözmeye çalışmış.
Bu arayışın peşindeki insanlar arasında biri var ki onun kurduğu psikoloji kuramı, aşkın birçok dinamiğine açıklama getiriyor. Psikoloji alanının en önemli düşünürlerinden bir olarak öne çıkan ve Analitik Psikoloji’yi kuran Carl Gustav Jung (26 Temmuz 1875 İsviçre - 6 Haziran 1961 İsviçre) aşka; bu duygunun romantik ilişkilere ve dolayısıyla diğer ilişkilere olan etkisi nedeniyle özel bir ilgi göstermiş.
Çok yönlü bir teorisyen olan Carl Gustav Jung’un Analitik Psikoloji kuramı, “Bilinç, Kişisel Bilinçdışı, Kolektif Bilinçdışı, Kompleksler ve Arketipler” gibi kavramlar ile biçimleniyor. Aynı zamanda Jung’un Analitik Psikoloji kapsamında var ettiği kişilik kuramı; psikoterapi yaklaşımı, astroloji ve simya ve rüya analizi konularıyla beraber ele alınıyor.
Jung, Kolektif Bilinçdışı kapsamında yer alan arketipleri, geçmişten bugüne insanlık deneyiminin özü ve “duygusal yönü oldukça güçlü olan evrensel düşünce biçimleri” olarak tanımlıyor. Arketiplerin etkilerinin rüyalarda ve bütün sanat eserlerinde görülebildiğini, daha doğrusu okunabildiğini söyleyen Jung, çağlar boyunca tüm insanlığın sahip olduğu benzer deneyimlerin arketipler aracılığıyla insan zihni tarafından sembolik olarak ifade edildiğini vurguluyor.
Bilinçdışını yöneten arketipler bilinçli davranışları etkileyip şekillendiriyor. Kişiliğin oluşumunda çok önemli bir rol oynamalarından dolayı Jung; Persona, Anima ve Animus, Gölge ve Ben olarak adlandırdığı bazı arketiplere özel bir önem veriyor.
Psikolojik Astroloji bağlamında Jungiyen perspektifte Rüya Analizi Danışmanlığı ve Koçluğu veren İlknur Eşsiz, Anima ve Animus’un aşk ve ilişkiler bağlamında çok belirleyici olabildiğini söylüyor ve ekliyor: “Yaşamış ya da birilerinden dinlemiş olabiliriz. Kadın ya da erkek birbirini görür ve ‘bir şey’ olur. O kişi sanki çok tanıdıktır, bildiktir. Kişiyi tamamlar gibidir. Ayaklarını yerden kesmiştir. Artık onsuz yaşanamaz, kişi buna emindir. Bu romantik hikayelerin psikolojisine Jungiyen perspektifte bakıldığında Anima ve Animus arketipleri ile yüz yüze geliyoruz. Bu iki arketip ruhun tamamlayıcı karşı cinsiyetini ortaya çıkarıyor. Birbirine karşılık bulduğu kadın ve erkekte içsel kenetlenme yaşanıyor ve aşk duygusu ortaya çıkıyor.”
Rüya analizinde arketipleri yorumlamanın önemli bir yeri olduğunu vurgulayan Eşsiz, “Rüyaları da bilinçdışına kök salan Anima ve Animus perspektifinde okumalar yaparak ele alan Jung, Rüya analizlerinin yer aldığı kitaplarında, yol gösteren tespitlerde bulunuyor. Erkeklerin anne ya da türevi -abla-teyze-anneanne-babaanne- bakım verenlerle şekillenen kendi ruhlarındaki Anima arketipi, kadınlarda da baba ya da türevi -dede-amca-dayı-ağabey- ile biçimlenen Animus arketipi aşkın rotasını çiziyor. Burada elbette yine Jung’un Persona ve Gölge arketipi işlevsel olsa da kişilerde tıpkı ying-yang gibi birbirini tamamla efekti yaratan Anima ve Animus, aşkta başrolde oynuyor. Bu durumda aslında aşk; ‘Anima, Erkek, Animus, Kadın’ gibi oyuncularla dört kişilik bir sahnelemeye dönüşüyor. Kadın ve erkek Anima ve Animus’a ne kadar hakim olursa, kime neden yöneldiğini fark ederse ve aynı zamanda gölgeleriyle de yüzleşirse yaşadığı aşk ya da daha sonra yaşayacakları olgunlaşıyor.”
Jung’un “Her erkek bilinçdışında ölümsüz bir kadın ve her kadın da ölümsüz bir erkek imajı taşıyor” sözleriyle kaynağını kollektif bilinçdışından alan arketiplerin yaşamdaki etkisini vurgulayan İlknur Eşsiz, “Her ikisi de bu imgeleri gerçek kişilere, bilinçdışı düzlemde yansıtıyor. Aslında kendi bilinçdışındaki bir kişiliği karşısındakinde var ettiğine inanıyor. Bu yansıtma ve çoğunlukla yanılsamaya da ‘aşk’ deniyor zaten. Mecnun’un birçoklarının ‘güzel’ (!) bulmadığı Leyla’ya olan aşkını savunurken söylediği rivayet edilen ‘Sen onu benim gözümle gördün mü?’ sözleri aşkın ne kadar kişiye özel bir duygu olduğunu ve yansıtmanın gücünü de ortaya koyuyor” diyor.
‘Olgunlaşmış aşk’ denilen içinde sevgi barındıran ilişki, iki ayrı birey olarak hayat yolculuğunda yan yana yürümek iken, daha çok ihtiyaçtan kaynaklanan “olgunlaşmamış aşkı” tespit etmek ve bu aşkta çatışma başta olmak üzere bağlanma, kıskançlık, sadakat gibi sorunları görebilmek bağlamında kişilere önemli veriler sunuyor Anima ve Animus. Dolayısıyla olgun ve tatmin edici ilişkiler yaşamak için Anima ve Animus’u araştırıp bulmak, anlamak gerekiyor.
Günümüzde bazı kesimler tarafından bilim olarak kabul edilmese de psikolojinin ve bu alanda çalışmalar ortaya koyan teorisyenlerin özellikle psikoterapilerde yarattığı etki neyse ki yadsınamıyor. Farkındalıkla ilgili bilincin geliştiği, taleplerin arttığı bu dönemde hayatları kökten etkileyebilen bir duygu olan aşkı anlamak da hem bireyi hem de toplumu ruhsal anlamda geliştirebilir. Birçoklarını olgun aşkın bir üst biçimi olan hizmet, doğa, evren ya da yaradan aşkına da taşıyabilir. O zaman “Aşk olsun”!