Amerikalı besteci Aaron Copland, müziğin sinema açısından anlamını şu cümleyle açıklar: “Film müziği, sinema perdesinin arkasına yerleştirilmiş bir fırın gibidir. Filmin sıcaklığı oradan gelir.” Bu kez de yine ABD’de yaşayan ve o fırını hep sıcak tutan Türk bestecilerden Oğuz Can Özcanlı ile tanışalım istedik.
Q Blog okurları için sizi daha yakından tanımak isteriz: Oğuz Can Özcanlı’nın müzisyen olduğunu biliyoruz ama kimdir, eğitimi nedir? Bugüne kadar nerelerdeydi, neler yaptı? Bunları bir kez de sizden dinleyelim.
Annemin hobi olarak piyano çalmasının müziğe başlamamda çok etkisi var. Kendisi uzun yıllar piyano dersi almış ve ciddi bir klasik müzik repertuvarı olan biri. Ben de 4-5 yaşlarındayken annemin, anneannemin evindeki piyanosuyla oynamaktan çok zevk alırdım. En eğlenceli oyuncaklarımdan biriydi benim için. Piyanonun kendi evimize gelmesiyle beraber önemli müzik adamlarından biri olan Adnan Atalay ile klasik piyano çalışmaya başladım. Ortaokul yıllarından beri Berklee’yi yakından takip ediyordum. Resmi bir müzik eğitimi alma isteğim ise hep vardı. Liseden mezun olduktan sonra Amerika’da birkaç müzik okuluna başvurmayı da düşünüyordum fakat kendimi daha hazır hissetmediğimden bir süre bu planı ertelemeye karar verdim ve o süreçte İzmir Yaşar Üniversitesi’nde İç Mimarlık eğitimi aldım. O yıllarda RagBag adlı caz grubu ile Türkiye’de birçok konser ve festivalde yer alma şansım oldu. Üniversite son sınıfta Atina’da Berklee sınavına girdim ve burslu olarak kabul edildim. Mezuniyetten hemen sonra da Berklee’de eğitim görmek için Boston'a gittim.
Berklee’de Contemporary Writing and Production (Aranjörlük ve Prodüksiyon) bölümünden mezun oldum. Bunun yanı sıra caz piyano ve caz kompozisyon dersleri aldım. Okuduğum bölümde çok önemli isimler ile çalışma fırsatım oldu. Bana en çok etkisi olan hocalarımdan biri Joe Carrier’dı ki kendisi yaptığı aranjmanlar ile hem Amerikan Billboard Pop listelerinde yer almış hem de caz aranjörü olarak çok başarılı olmuş bir isimdir. Joe’dan profesyonellik adına çok şey öğrendim. Bana çok büyük etkisi olan başka bir hocam da Emmy ödüllü kompozitör Bill Elliott’tır. Ondan aldığım orkestrasyon dersleri beni çok ileri götürdü. Berklee’deki eğitimim süresince dört sene kadar Arif Mardin, Diana Krall, Joe Zawinul gibi isimlerin hocası olan Ray Santisi ile piyano çalışma imkanım oldu. Ray Santisi’nin kendi yarattığı bir caz piyano çalma tekniği vardır ve ben o kadar şanslıydım ki bana bu bilgileri aktardı. Kendisi maalesef altı sene önce vefat etti. Onun piyano teknikleri hakkında bir kitap veya DVD çıkartma fikrim var ileriki dönemlerde. Mezun olmaya yakın zamanlarda Whitney Houston’ın piyanisti Jetro Da Silva ile de çalışma imkanı buldum. Ondan da piyano ile ilgili çok şey öğrendim. Berklee’den mezun olduktan sonra Los Angeles’a taşındım. 2014’ten bu yana da Los Angeles’ta film bestecisi ve aranjör olarak çalışmaktayım.
Bizde Berklee College of Music mezunu pek çok isim var. İlk aklıma gelenler Arif Mardin, Ateş Tezer, Can Kozlu, Ozan Çolakoğlu, Eren Gümrükçüoğlu hatta bildiğim kadarıyla halen Dream Theater ile birlikte çalışan Eren Başbuğ ve daha pek çok nota aşığı… Peki, siz hedefi Berklee olanlara ne tavsiye edersiniz?
Öncelikle gençlerin hedefi müzik okumak, dolaylısıyla müziği profesyonel olarak yapmak ise ilk tavsiye edeceğim şey değişik tarzlarda müzik dinlemeleri olacaktır. İyi bir müzisyen olmanın ana koşulu her tarzda müziğe açık olabilmektir kanaatimce. Berklee’ye öğrenci olarak kabul edilmek için giriş sınavında ne istediklerine dair iyi bir araştırma yapmak ve tabii ki iyi bir hazırlık da gerekiyor. Güvendikleri bir müzik öğretmeniyle çalışmak da çok önemli. Ben Berklee’de okuyan Türkler ile iletişime geçip onlara sorular sorarak çok şey öğrenmiştim zamanında.
Galiba Berklee’yi Türkiye’de temsil etmişsiniz. O nasıl oldu?
İlk senemde Berklee’yi Türkiye’de temsil etmek üzere eğitmen olarak İzmir İKSEV’de Berklee Müzik Atölyesi’ni organize ettim. Dört gün süren kurs bitiminde bir öğrenci de Berklee Online’dan ücretsiz kurs almaya hak kazanmıştı.
Hemen konuya girelim o zaman: Film müzikleri bestelemek nasıl bir duygu?
Bir filmin müziklerini bestelerken tarz kısıtlaması olmaması beni en cezbeden yanı aslında. Kaliteli ve sanat odaklı projelerde yönetmen sizi tamamen serbest bırakabiliyor. Tabii ki burada yönetmenin müzikten ne kadar anladığı, size besteci olarak ne kadar güvendiği, yönetmenle olan iletişim gibi kriterler çok önemli. Onun gözlerinden görebilmeniz gerekiyor sahneyi. Müzik besteleme sürecinde, müziğinizle gerçekten doğru duyguları verebiliyor musunuz diye emin olabilmek için yaptığınız işe dışarıdan da bakabilmeniz gerekiyor. Bestecinin değil de müziğin önemli olduğunu ve hatta sahnenin müzikten de önemli olduğunu kavramak çok önemli. Çok “cool” bir müzik yazabilirsiniz ama doğru müzik olmayabilir o sahne için. En önemli kriterlerden biri ise çok iyi zaman planlaması yapabilmek. Film prodüksiyonlarında genelde müzik en sona kalıyor. Çok kısa zamanlarda hızlı müzik yazmanız gerekebiliyor.
Seyircinin hafızasında inanılmaz izler bırakan film/dizi müzikleri bana biraz ikinci planda kalıyor gibi geliyor. Siz ne dersiniz?
İyi film müziklerinin büyük kitlelere ulaştığını gözlemliyorum. Özellikle Spotify ve Apple Music gibi platformların da bu konuda çok etkisi var. İzlediğiniz bir filmin müziklerine ulaşmak Spotify’da çok kolay!
Bugüne dek müziklerini bestelediğiniz filmler / diziler hangileriydi ve hangisi sizin en beğendiğiniz çalışmanız oldu?
İlk çalıştığım dizi King Of Queens dizisinden tanınan Leah Remini’nin TLC kanalında yer alan dizisi Leah Remini: It’s All Relative oldu. Çalışması çok keyifli bir dizi idi. Daha sonra Kevin Costner’ın yapımcısı olduğu ve rol aldığı National Geographic belgeseli Billy The Kid: New Evidence’da besteci olarak çalıştım. Müziklerini yaptığım diziler arasında Netflix dizisi Girls İncarcerated, Rain Man filminin yönetmeni Barry Levinson’ın yönetmenlik yaptığı Discovery Channel’da yayınlanan Killing Fields (Cinayet Tarlaları), History Channel’da yayınlanand olan Alone, Amerika güreşi şampiyonu John Cena’nın FOX’da yayınlanan dizisi American Grit bulunmakta. Geçtiğimiz yıl, Why filminin müziklerini besteledim. Şu ana dek en beğendiğim çalışmam da Why diyebilirim. İtalya'daki Salento Uluslararası Film Festivali'nde resmi Seçim’e hak kazandı, aynı zamanda Burbank Uluslararası Film Festivali, ABD ve Social World Film Festivali'nde yarı finalist seçildi. 2020 yılında çalıştığım diğer filmler arasında orkestratör olarak da görev aldığım, Morgan Freeman ve Robert De Niro’nun başrolde oynadığı The Comeback Trail de bulunuyor.
Türkiye’deki film/dizi müziklerini takip etme şansınız oluyor mu? Takdirinizi kazanan isimler, besteciler var mı örneğin?
Açıkçası çok fazla film/dizi takip edemiyorum ama çok değerli besteciler var takip ettiğim. Fahir Atakoğlu ve Can Saka gibi. Can Saka, Türkiye’de önemli filmlerin müziklerini yapıyor. İstanbul’da yaşıyor ve o da Berklee mezunu bir kompozitör ve aranjör. Zaten kendisini de Berklee’den tanıyorum.
Sizin sevdiğiniz, belki o türde eserler vermediğiniz ama sıkı bir dinleyicisi ve takipçisi olduğunuz müzik türü hangisi?
Film müzikleri dışında jazz ve fusion müzikleriyle ilgileniyor ve albümler çıkarıyorum. 2018 yılında, dünyanın en iyi bas gitaristlerinden biri olan John Patitucci ve 2018 Latin Jazz Grammy ödülü sahibi gitarist Claudio Ragazzi ile Sunset Bossa adlı bir single çıkardım. Nisan ayında da Sailing Along adlı bir single’ım çıkıyor Claudio Ragazzi ile beraber.
Bizde Türk Sanat Müziği daima el üzerinde tutulur. Halk Müziği, gerçekten halkın baş tacıdır ve her yöre kendi müziğini sahiplenir. Klasik müzik de sınırlı bir dinleyici kitlesine sahiptir. Ancak gelin görün ki, bundan 30 – 40 sene öncesinde arabesk, 1990’lardan itibaren de Türkçe pop en ilgi gören türler oldu. Sizce niye böyle ve siz Türkiye’deki müzik kültürü ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Klasik müzik ve halk müziklerinin popüler müzik karsısında daha az rağbet görmesi her ülkede görülen bir şey aslında. Amerika’da Hip Hop en çok dinlenen müzik olur her yıl. Amerika’nın sanat müziği diyebileceğimiz caz ise çok az dinleniyor. Bunun bir nedeni tabii ki büyük şirketlerin popüler tarzlara para yatırmaları. Benim Türkiye’de gördüğüm sorun, Türk pop müziğinin prodüksiyon açısından dünya standartlarına erişememesi. Gerçi her geçen yıl daha da iyiye gittiğini de söylemek gerek. Ancak eski dönemlerde, örneğin Tarkan’ın 1994 tarihli Aacayipsin albümü o yıllardaki dünya standardını yakalamıştı. Aranjörlerin çok büyük rolü var bu konuda. Ozan Çolakoğlu, Onno Tunç, Atilla Özdemiroğlu gibi önemli aranjörler sayesinde önemli bir kalite yakalamıştık müzikte o zamanlar. Son beş yıldır gerek pop müziklerimizde gerekse dizi müziklerimizde kalite konusunda bir yükseliş gözlemlediğimi de söyleyebilirim.
Yalnız şu da var: Bizim eğitim sisteminde bir tür pozitif bilimler saplantısı var gibi. Bir çocuk sanata veya spora meraklı ve eğilimli bile olsa tüm pozitif bilim dallarında en az orta öğrenim seviyesinde bilgi sahibi olması isteniyor. Bu niye gerekli? Biz, toplumsal olarak kendimizi sanatçı yetiştirmeye hazır mı hissetmiyoruz yoksa sanatı küçümseyen bir yapımız mı var?
Sanırım bu düşünce yapısı 1970’lerde Türkiye’de ve dünyada çok fazla mühendis ve doktor ihtiyacı olduğu için oluştu. Oysa günümüzde sanatçı ve sporculara çok ihtiyacımız var. Ben sanat ve sporu birbirinden ayırmıyorum. Bence her ikisinin de birey üzerindeki pozitif etkisi aynı derecede önemli. Sanat ya da spor ile ilgilenen gençlere ihtiyacımız var. Biz, henüz gelişmekte olan bir ülkeyiz. Sanıyorum zamanla bu düşünce yapısı da değişecek. İnternet ve sosyal medyanın dünyayı bütünleştirici bir yapısı var. Artık dünyanın en ücra köşelerinde yaşayan insanlar bile gelişmiş toplumlarda neler olup bittiğini gözlemleyebiliyor.
Hakkınızda yayınlanan makalelere göz gezdirirken Los Angeles ile İzmir arasında mekik dokuduğunuza dair bir bilgiye rastladım. Anlaşılan siz İstanbul’u pas geçmişsiniz. Neden?
İzmir’de doğdum ve küçüklüğümden beri tek hedefim Berklee College of Music’te okumak ve Amerika’da müzisyen olarak çalışmaktı. İstanbul’da zaman kaybetmek istemedim açıkçası. İstanbul’da çok önemli müzisyenler var ve gittikçe sayıları da artıyor. Kim bilir belki hayatımın bir dönemi İstanbul’da çalışma ve yaşama şansım da olur. Bir de, ben İzmir ve özellikle Çeşme’yi Los Angeles’a benzetmişimdir hep. Zaten her yaz da gelmeye çalışıyorum.
İzmir başkadır gerçekten. Peki, ufukta ne gibi çalışmalar var? “Music composed by Oguz Can Ozcanli” yazısını nerelerde göreceğiz?
Pandemi dolayısıyla yaşanan durgunluk yavaş yavaş geçiyor. Çalıştığım yönetmenler yeni filmlerini çekmek için beklemek zorunda kaldılar. Mayıs ayında başlayacak bir dizi projesi ve Eylül’de iki tane film projesi geliyor. İsimlerini şu anda gizlilik politikası yüzünden veremiyorum ama yayına girdikten sonra seve seve paylaşacağım sizinle. Mayıs ayında ise yeni single’ım çıkacak kendi bestemden oluşan.