“Futbol ne kadar bizimse, opera da o kadar bizimdir”

“Futbol ne kadar bizimse, opera da o kadar bizimdir”

Dünyanın dört bir yanında sahneye çıkan Bülent Bezdüz, Grammy Ödülü sahibi dünyaca ünlü bir Türk opera sanatçısı olarak tanınıyor. Bağlama ile girdiği Gazi Üniversitesi Müzik Öğretmenliği Bölümü’nden Opera Şan Bölümü’ne geçiyor ve böylece opera serüveni başlıyor. Bülent Bezdüz ile hayatını ve opera kariyerini konuştuk.

Biraz kendinizden bahseder misiniz? Bülent Bezdüz kimdir, şimdiye kadar neler yaptı, daha neler yapmak istiyor...

Ankara’da doğdum. Çok küçük yaşlardan itibaren müzik, hayata tutunmamda en büyük destekçim ve duygularımı ifade edebilmemin lisanı oldu. 1987 yılında Gazi Üniversitesi Müzik Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım. Birinci sınıfta, Kültür Bakanlığı Devlet Çoksesli Korosu’nu kazanarak eğitimimin yanı sıra profesyonel sanat yaşamına da ilk adımımı attım. Bu süreç içerisinde çalışma imkânı bulduğum şan pedagogu Roman Werlinski, opera sanatına teknik ve yorumlama açısından hazırlanmamda büyük katkı sağladı. Daha sonraki yıllarda da Roman Hocamla çalışmalarımız gelişerek devam etti. 1992 yılında ise kurulan Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin sınavını kazanarak opera sanatçısı oldum. O yıl bu yıldır, bu kurumda solist olarak görev yapıyorum.

Aslına bakarsanız en dürüst ve en zor, çıplak haliyle şarkı söyleme biçimidir.
Aslına bakarsanız en dürüst ve en zor, çıplak haliyle şarkı söyleme biçimidir.

Sizce konuşur gibi şarkı söylemek yerine, opera ve şan tekniği ile şarkı söylemek gereksinimi nereden doğmuştur?

Genel anlamda opera, dekor, kostüm ve uyumlu bir oyunculuk ile müzikle anlatımın birleştiği bir müzikal söyleme biçimidir. Onu müzikalden ayıran yönü ise, sayıları bazen yüzleri bulan orkestra ve bir o kadar da koral insan sesinin üzerine, akustik (mikrofon kullanmaksızın) söyleme biçimiyle eserin yorumlaması olarak tanımlayabiliriz. İlk operaların bestelendiği dönemde, radyo, televizyon ve sosyal medyadan asırlar öncesinde, yüzlerce insanı bir araya getiren sosyalleşme ve eğlence biçiminin bir türüdür. Aslına bakarsanız en dürüst ve en zor, çıplak haliyle şarkı söyleme biçimidir. Bunun böyle olduğunu en meşhur pop şarkıcıları da bilir ve birçoğu opera şan eğitimi alır.

Operaya yönelmeniz nasıldı? Çevrenizde sizi teşvik eden birileri var mıydı?

Rahmetli annemin güzel sesiyle söylediği duygulu ve temiz şarkıların beni mayalamış olması pek mümkün. Müziğe olan yeteneğimi fark ettiği günden itibaren bu yönde hep destekçim oldu. Beni, Ankara’da Hamoy Halk Müziği Derneği’nin korosuna kaydettirdi. Bu dernekte 18 yaşıma kadar bağlama çalıp türkü söyleyerek sesimi geliştirdiğim kanısındayım. Müzik Öğretmenliği Bölümü’ne bağlama ile girip Opera Şan Bölümü’ne kabul edilmem ise adeta koskoca Galaksi’de gezegenimize çarpan bir meteor gibi büyük bir tesadüf sonucu oldu.

La Traviata’da Alfredo rolünü 43 değişik sahnede 270 defa söyledim.
La Traviata’da Alfredo rolünü 43 değişik sahnede 270 defa söyledim.

Opera tarihinde en sevdiğiniz besteciler hangileri? Seslendirmeyi en sevdiğiniz eser ve rol hangisidir? Neden?

Söylediğim pek çok eserde rolümü benimsedim. En fazla söylediğim rol, La Traviata’da Alfredo rolü. Öyle ki bu rolü 43 değişik sahnede 270 defa söyleme fırsatı buldum; bu da provalarıyla birlikte birkaç bin defa bu rolü söylemek anlamına gelir! Pandemi engel çıkarmazsa önümüzdeki 28 Kasım günü ilk söylediğim günden tam 28 yıl sonra, ilk günkü heyecanımla tekrar söyleyeceğim. Donizetti’nin Lucia Di Lammermoor Operası’nda Edgardo ve Puccini’nin Tosca’sında Cavaradossi rollerini çok etkileyici bulurum. Donizetti’nin eserlerinde ‘güzel şarkı söyleme’ tekniğinin (bel canto) gelişmesine imkân veren ve onu geliştiren opera ezgilerine, Puccini’nin gerçekçiliğinin (verismo) eklenmesiyle, Tosca ve La Bohème operalarının eşsiz bir şekilde zirveye ulaştıkları kanısındayım.

Grammy Ödüllü ilk opera sanatçımız sizsiniz. Londra Senfoni Orkestrası eşliğinde 2001 ve 2006 yıllarında yapılan iki opera kaydı ile 3 Grammy ödülüne layık görüldünüz. O süreci ve heyecanı anlatabilir misiniz? Hayatınızda sonrasında neler değişti?

Grammy’den çok çektim! Şaka bir yana, Türkiye’nin Pavarotti’si olmaktan tutun da ünlü bir arabesk yorumcusu ile kıyaslamaya kadar çeşitli başlıklarda adım geçti. Reklamın kötüsü olmaz derler ancak bu tip sıfatlandırmalar bazıları için çarpıcı gelse de ben esas haberin önüne geçtikleri düşüncesindeyim. Türk olarak uluslararası müzik dünyasının çok büyük isimleri, rahmetli Arif Mardin (11 Grammy) ve Ahmet Ertegün ile ağabeyi Nasuhi Ertegün (1’er Grammy) yapımcılar olarak benden önce Grammy’ye layık görülen isimlerdir ve yaşam boyu ürettikleriyle bu ödülleri gerçekten sonuna kadar hak etmişlerdir. Üçü de her ne kadar ABD’de yaşayıp ürettilerse de ülkelerini hiçbir zaman unutmamış, her anlamda büyük destek olmuşlardır. Onları bu vesileyle saygı ile yâd ediyorum.

Ben sadece şancı olarak değil, icracı olarak da Türkiye’den ödül alan tek kişiyim şimdiye kadar. Ödül, hiçbir zaman tek bir kişinin başarısı değildir ve bir amaç değil, sonuçtur. Uluslararası düzeyde bir ödüle layık görülmek uzun, meşakkatli bir çalışmanın sonucudur ve sizin bütünün bir parçası olarak elinizden gelen en iyisini yapmanız gerekmektedir. Sir Colin Davis yönetimindeki Londra Senfoni Orkestrası’yla yaptığımız çalışmaların canlı kayıt olması oldukça önemli bir kıstas. Çünkü canlı kayıtta yapılan bir hatanın düzeltilmesi için bir tekrar şansınız yok. İki Grammy’e layık görülen Berlioz’un Truvalılar (Les Troyens) operasında Hellenus rolüyle görev aldığım kaydı, 2002 yılında “En İyi Klasik Müzik Albümü” ve “En İyi Canlı Opera Kaydı” ödüllerini aldı. Buradaki rolüm, 2006 yılında yine Sir Colin Davis yönetiminde Verdi’nin Falstaff operasında söylediğim Fenton rolüne oranla sahnesi az olan bir roldü. Ancak Fenton rolü, “En İyi Opera Kaydı” ödülü alan proje içinde ensemble, düetleri ve yorumlaması oldukça zor olan aryası ile eserin göz dolduran önemli bir rolüydü. Bu ödüllerin kalbimde özel bir yeri olmasına rağmen ödül haberleri medyada yoğun bir şekilde yer almaya başlayınca, haberin çok alkışlayanı olduğu kadar ülkemizde «ufak bir rol» diyenler de oldu. Onlara karşı kendimi birçok kez savunma ihtiyacım olduğu da doğrudur! Giuseppe Verdi, hikayesi içinde Fenton’a ne kadarlık rol biçtiyse, ben de ancak o kadar söyleyebilirim! Eğer kötü yorumlamış olsam acaba bu ödül verilir miydi? 

Özverili çalışmalar bir bir ödüllendirilse de ödüllerin geçmiş bir performans için verildiği ve asla gelecekteki başarınızın teminatı olamayacağı düşüncesi hep aklımdaydı.
Özverili çalışmalar bir bir ödüllendirilse de ödüllerin geçmiş bir performans için verildiği ve asla gelecekteki başarınızın teminatı olamayacağı düşüncesi hep aklımdaydı.

Grammy'nin yanı sıra hem yerel hem de global ölçekte pek çok ödül kazanmışsınız. Tüm bu başarılardan bahseder misiniz?

1995 yılında düzenlenen “Birinci Leyla Gencer Şan Yarışması”nda jüri üyelerinin dikkatini çekerek Kraliyet Akademisi bursu aldım ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın önemli müzik merkezlerinde heyecan verici prodüksiyonlarda yer aldım. İlk ödülümü 1999'da Fransız Kültür Bakanlığı’nın bursu ile Marsilya’ya profesyonel sahne masterı için gittiğimde katıldığım Paris Şan Yarışması’ndaki (Concours International de Chant de Paris) ikinciliğim ile aldım.

Yarışma ve beraberinde ödül, bir sahne sanatçısı için tabii ki bir anda çok önemli bir görünürlük ve mesleki prestij sağlıyor. Opera evleri size farklı gözle bakmaya başlıyor, afişe çıkacak bir ismin ödüllü biri olması, seyirci için de bir çekim gücü ve böyle böyle her şey birbirini tetiklemeye başlıyor.

2009 yılında, David Parry yönetimindeki Londra Filarmoni Orkestrası ve Opera Rara ortak yapımı olan Rossini’nin Emione operasının kaydı 2011 yılında, İngiliz müzik dergisi Gramophone tarafından ‘Yılın En İyi Opera Kaydı’ ödülüne layık görüldü. 2010 yılında, ülkemizin bilinen klasik müzik dergisi Andante, En Başarılı Opera Sanatçısı ödülüne şahsımı layık gördü.

Özverili çalışmalar bir bir ödüllendirilse de ödüllerin geçmiş bir performans için verildiği ve asla gelecekteki başarınızın teminatı olamayacağı düşüncesi hep aklımdaydı.

Çanakkale Zaferi’nin 100’üncü yılı olan 2015’te, Melbourne Senfoni Orkestrası eşliğinde yapılan ve Beethoven’in 9’uncu Senfonisi ile kardeşlik ve barış temasının vurgulandığı Anzak Tribute etkinliğine, savaşa katılan ülkelerden Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve İngiliz solistlerle birlikte, İngiltere müzik otoriteleri tarafından Türkiye’yi temsilen solist olarak önerilmiş olmam, benim için en az Grammy kadar onursal değer taşır.

Opera izlemek bir parça tiyatro merakı, bir parça da müzik sevgisi ile çok çabuk gelişebilen bir alışkanlıktır.
Opera izlemek bir parça tiyatro merakı, bir parça da müzik sevgisi ile çok çabuk gelişebilen bir alışkanlıktır.

Türkiye operasının dünyadaki konumuna dair neler söyleyebilirsiniz?

Benim özlü sözlerimden biridir “Futbol ne kadar bizimse, opera da o kadar bizimdir.” Kabul etmek gerekir ki opera kendi kültürümüzün organik bir parçası değil. Ancak Avrupa’nın çok uzağında ülkeler de (Japonya, Kore) temel bir sanat dalı olarak operayı benimsemiştir. Bu gerçek ile barışırsak daha sağlıklı bir değerlendirme yapmamız mümkün olur. Bir sanat dalı, o sanatın ve sanatçının gördüğü değer ve saygı ile orantılı olarak gelişebilir. Meselenin önemli bir kısmı maddi olsa da aslında en önemli kısmı hiç de maddi değil!

Opera izlemek bir parça tiyatro merakı, bir parça da müzik sevgisi ile çok çabuk gelişebilen bir alışkanlıktır. Yıllarca türkü, hatta bir dönem arabesk şarkılar söylemiş biri olarak bu köprünün kurulabileceğinin, dahası opera sanatçısı bile olunabileceğinin canlı bir örneği olarak karşınızdayım.

Dünyada ‘opera’ ve ‘Türkiye’ kelimeleri yan yana gelince akla gelen tek bir isim var: Leyla Gencer, diğer bir değiş ile ‘La Diva Turca’. Türkiye’yi tek başına dünya opera haritası üzerine yerleştirmeye yetecek kadar olağanüstü bir yetenek. Nurlar içinde yatsın. Bugün de Avrupa sahnelerinde çok iyi sanatçılarımız bizleri gururlandırıyor. Leyla Gencer ile hemen hemen aynı dönemde, rahmetli Ayhan Baran ve daha sonra Zehra Yıldız, şahsım ve Burak Bilgili, Murat Karahan, Orhan Yıldız gibi çok başarılı sanatçılarımız var ama Leyla Hanım gibi biri, aynı Callas ya da Pavarotti gibi ancak yüz yılda bir gelebilir.

Opera demek sadece şancı demek değil, sahne önünde yapılandan çok daha fazlası sahnenin arkasında, görünmeyen kahramanlarca yapılıyor. Yönetmen Ferzan Özpetek, operanın anavatanı olan İtalya’da önemli prodüksiyonlara imza atıyor, hem de büyük övgüler alarak. Bunlar cesaret verici gelişmeler.

Bir opera sanatçısı olmanın zorlukları nelerdir? Sizce Türkiye'de operaya bakış açısı nasıl? Geçmişe oranla ilgi duyanlarda bir artış var mı?

Son yıllarda ulusal operanın oluşturulma çabaları, türkülerimizin şan tekniği ile harmanlanmış bir biçimde söylenmesinin operayı ‘bağıran adamlar’ kategorisinden çıkartmaya başladığı kanısındayım. Özellikle orkestra şefi Selman Ada, Serdar Yalçın ve Turgay Erdener gibi bestecilerin operaları ve türkü düzenlemeleri büyük ilgi gördü. Örneğin benim de çok severek yorumladığım Neşet Ertaş Türküleri, 2 sezondur kapalı gişe sahnelenmekte. Seyirci bazında bir artış olduğu söylenebilir.

Ankara’da izleyici olduğum yıllarda da temsiller için bilet bulmakta zorluk çekerdik. Yani boş koltuk yoktu. İzleyici dinleyeceği eserle ilgili bilgiye sahip olarak gelirdi. Son yıllarda bunun bir miktar popülizm ve PR üzerinden yürüdüğünü düşünmekteyim. Diğer yandan, eskiden üç operamız varken bugün sayıları 6’yı bulan opera evlerimiz daha çok şehrimize zenginlik katıyor ve festivallerin de doğmasına sebep oluyorlar.

Bir opera eseri için, hazırlık aşamasından ve sahnelemeye kadar o denli çok emek sarf ediliyor ki, bu emek gerçek karşılığını, turne yoluyla ülke genelinde gösterilerek ve böylece çok daha geniş kitlelere ulaşarak alabilir. Yoksa sadece bulunduğu şehirdeki seyirciye hitap ederek emeğin karşılığını almak zor. Hem böylece sağlıklı, heyecanlı bir rekabet ortamı da doğar.

Ulusal operamızın oluşması açısından son yıllarda bestecilerimiz de kayda değer yeni eserler ürettiler, üretiyorlar. Yeni AKM’nin açılışı için Hasan Uçarsu’nun bestelemekte olduğu Mimar Sinan Operası’nı büyük merakla bekliyorum. Kuşkusuz ki çok zor bir görev, ancak birçok önemli eser vermiş bir besteci olarak Uçarsu’nun insan sesi hakkında bildiklerine güvenerek Mimar Sinan’ın gözüyle gördüğü İstanbul’a yakışan bir opera besteleyeceğine inanıyorum.

Operanın sadece belli bir kesime hitap ettiği algısına dair neler söyleyebilirsiniz?

Kanımca bu algı, bundan 50 yıl öncesi için belki doğru kabul edilebilirdi. Opera sanatı, güzel sanatların tümünün bileşkesi olması özelliğiyle, seyreden için belli bir bilgi birikimi gerektirse de, bugün libretto (operanın sözleri) kendi dilimizde temsil sırasında üst yazı ile kolayca takip edilebiliyor artık, yahut da temsil öncesi internet aracılığıyla eser hakkında bilgi edinilebilir. Opera da bu imkânlarla daha geniş kitlelere hitap edebiliyor. Bugün eserler daha minimal dekor ve kostümlerle ve daha güncel rejilerle sahneye konmakta. Müzik aynı ancak yorum sonsuz! O nedenle güne uyarlanmış kurgu, kostüm, dekor, ışık ve sahneleme anlayışıyla yeni nesillerin de ilgisini çekmek mümkün. Geçen yıl Malmö’de oynadığım La Traviata’da sahneye bir motosiklet üzerinde çıktım!

Sizce başarılı bir opera sanatçısı olmak için neler yapmak gerekiyor? Yetenek kadar disiplin de önemli olsa gerek...

Yetenek, zekâ, bilgi ve becerinin duygularla harmanlanması sonucunda evrensel standartlara yükselebilirse kabul görür. Opera alanında, ses tekniği oturmuş, dil hakimiyeti tam ve sanata adanmış bir hayatı göze alabilmek, başarılı bir kariyerin olmazsa olmazıdır.

Bu yola çıkmaya niyetlenen gençlerin öncelikle eleştiri oklarını kendilerine yöneltmelerini salık veririm. Örnek aldıkları sanatçılar var ise onların zirvedeki hallerini değil, yola çıktıklarındaki zor koşulları, iyi olabilmek için verdikleri mücadeleyi, yaptıkları doğru hamleleri araştırsınlar derim. Özellikle Leyla Gencer, Ayhan Baran, Meriç Sümen, Zehra Yıldız gibi sanatçılarımızın hayat hikayelerini, yurt dışında tutunma çabalarını okuyup öğrensinler. Maria Callas’ın sesinden önce insan olarak Maria Callas’ı tanıyıp, mesleğine olan tutkusunu irdelesinler. Okul isimlerine takılmadan, doğru kişi ile çalışıp çalışmadıklarına, ilerleme gösterip gösteremediklerine dikkat etmeliler.

Yardımcı olduğum birçok yorumcu ya da öğrenciye, sanatçının duruşu ve mesleğine bakışı ile ilgili verdiğim örnek şudur; sahne ışıklarında uçuşan toz zerrecikleri bile, olduklarından büyük görünür. O devleşmiş sanatçılar, eğer bir sonraki temsile kadar sağlıklarını korumak, esere tekrar hazırlanmak bilincinde olmasalardı, makyajları silinip de perde kapandığında, sahne arkasının terk edilmiş dekorları gibi yalnızlıklarıyla baş başa kalabilirlerdi. Bu meslekte zirve ile dip, mesleğine gereken önemi ve özeni göstermeyen sanatçılar için birbirinden pek de uzak değildir.

Eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Quick Sigorta’nın blog’unda sohbet etmemiz vesilesiyle, COVID-19 salgını nedeniyle dünyada aylardır işsiz kalmış ve daha aylarca belirsizlik içinde kalacak yüzbinlerce sahne sanatçısı için uzun vadeli bir çözüm arayışının kaçınılmaz olduğunu dile getirmek istiyorum. Bu, devlet desteğiyle olabileceği gibi mesleki sigorta yoluyla da mümkün olabilmeli.

Sohbet ve kendimi ifade etme imkânı için teşekkür ederim.