Türkiye’ye ‘teknoloji gazeteciliği’ kavramını getiren isim Serdar Kuzuloğlu’nun alameti farikası, teknolojiyi ve trendleri yakından takip edip, okura ya da dinleyiciye en anlaşılır dille aktarması. Kuzuloğlu’na, “Teknolojik gelişmeler dünyayı nereye götürüyor?” diye sorduk.
Serdar Kuzuloğlu, 1995 yılında girdiği medya sektörüne bambaşka bir bakış açısı getirdi. Medyaya dijital dünyanın kapılarını açtı desek, yeridir. Daha pek çoğumuz internetin ‘İ’si ile yeni tanışırken kendisi, Türkiye’nin en önemli gazetelerinin web sitelerini kurmakla meşguldü. Bu “gizemli” ve bir yandan da “ürkütücü” dünyayı takip edip öyle basit bir dille bizlere aktarıyordu ki, bir süre sonra toplumun “aranan adam”larından biri oldu. Çıkardığı yayınlar, yaptığı programlar büyük ilgi gördü, şirketler toplantılarında konuşmalarını dinlemek için onun peşine düştü.
Bugün bilgi birikimiyle Türkiye’de popüler olan sayılı isimlerden Serdar Kuzuloğlu, genç yaşlı pek çok kişinin yolda yürürken “Bir selfie çekilebilir miyiz?” diye yanına geldiği biri. Kendisine popülaritesinin sırrını, ayrıca bütün bu teknolojik gelişmelerle bizleri gelecekte nelerin beklediğini sorduk.
Türkiye’de bilgi birikimiyle popüler olmak her babayiğidin harcı değil. Siz bunu, teknoloji gibi zor bir alanda nasıl başardınız?
Bazen ben de ister istemez düşünüyorum, mesela ben oyuncu değilim, sporcu değilim... Ama insanlar beni yolda durdurup birlikte fotoğraf çektirmek istiyor. Üstelik biz meslek olarak da kameranın önünde olmayız. Ekran önüne çıkacak insanlara vesile olmaya alışığız. Bir de ben 90’lardan bu yana medyanın içerisinde, varlığını bile kabul ettirmek için epey dil döktüğüm teknoloji konusunda var oldum. O zamanlar bu konu Türkiye için, bugünkü gibi çok büyük bir ortak payda değildi. İnsanların gazeteleri “Akşam televizyonda hangi film var, maçı hangi kanal yayınlıyor, dünkü maç hakkında kim ne yazmış” diye bakmak için aldığı bir dönemde, ben internet sayfaları yapmaya başladım.
Fakat şöyle bir şey oldu: Medyanın ve dünyanın dönüşümüne denk gelen bir zamanda, insanların merak ettiği bir sürü yeni, benzersiz konudan, onların anlayabileceği bir dille bahseden biri oldum ve çok fazla kişiye dokundum. Yüz binlerce insana mesaj yazmışımdır herhalde. Bunların bir kısmı telefonuna logo yüklemenin nasıl olacağını merak eden insanlardı. Bazıları girişimcilerdi… Ben adını bile bilmediğim çok kişiye e-mail’lerle, mesajlarla yardımcı oldum. Mesela onların bir kısmı yurt dışına yerleşmişler, teknoloji şirketi kurmuşlar. Günlerce, haftalarca yazışmışım bazılarıyla, “Bunu şöyle yap, bunu böyle yap” diye.
Neden yaptınız bunu peki?
Ben çok meraklı ve bir şeyleri insanların anlayabileceği forma sokmaya çok tutkun bir insanım. Teknoloji olması şart değil bunun. Benim ilgimi çeken bir şeyin başkalarının da ilgisini çekmesini sağlamak bana haz veriyor. Teknoloji söz konusu olduğunda da, o jargonun terimleri çok ağır. Ben o bataklığın içine düşmeden, insanlara kullandıkları şeyleri anlayabilecekleri şekilde aktarabilmeyi başardım.
Gazeteciliğe ilk başladığım dönemde, bütün meslektaşlarıma yalvardığım bir konu vardı. “Ne olur kendinize bir site açın, bu internet çok yaygınlaşacak” dedim ama kimseye dinletemedim o dönem. Hepsi o günleri acıyla hatırlatıyorlar bana. Sonrasında sosyal medya ortaya çıktığında onu da dedim, “Sosyal medya hesabı açın her yerde, siz gazetede yine yazarsınız, televizyonda program yaparsınız ama burası çok popülerleşecek” diye. Çoğu burun kıvırdı. Çünkü büyük medya markalarının logoları altında olmak daha önemliydi. Ben o dönemde, işin o tarafını reddedip sosyal medyaya ağırlık vermekle doğru bir karar verdim. Stratejik olarak da yapmadım bunu aslında. Gazetelerin, yeni bilgi meraklısı kitle için bir şey ifade etmediğini gördüm.
Ne zaman gördünüz bunu?
Bunu 2007-2008’de net olarak görmüştüm. Bakın bugün bir kafede oturuyoruz, genç ya da yaşlı kimse gazete okumuyor, herkesin elinde telefon var. Dolayısıyla benim hikayem; teknolojiye meraklı ve en büyük hayali gazetecilik olan biri olarak, medyanın teknolojiyle birlikte dönüştüğü ve teknolojinin kişisel anlamda yaygınlaşıp bütün toplumu dönüştürdüğü bir dönemde, bunların hakkında düşünüp kalem oynatmaya soyunmamla gelişti.
Popülaritenizin ailenize yansıması nasıl oldu?
Çocuklarımda şöyle enteresan bir şey gözlemliyorum: Sokakta birileri “Fotoğraf çektirebilir miyiz?” diye gelince bizimkiler uzaylı gibi bakıyor. Evdeki babayla dışarıdaki bambaşka gibi geliyor onlara. Bazen denk geliyor, bizim çocukları Youtube’da takip ettikleri blogger’larla tanıştırıyorum. Onlar da “Serdar Abi, biz sizin videolarınızı izleyerek büyüdük” deyince bizimkiler çok şaşırıyor. Bu arada artık şöhret tanımı da değişti. Michael Jackson tarzı şöhretler olamayacak artık, mikro ünlüler çağındayız. Her alanın bir mikro ünlüsü var. Oyun dünyasının kendine özgü mikro ünlüleri var. Otomobil dünyasının kendine özgü vs.
Sosyal medyada her mecra ayrı bir dünya. Bu dünyaların içinde kaybolmamak için ne yapıyorsunuz?
Sosyal medyayı belirli bir amaç, bir hedef doğrultusunda kullanmak önemli. Birçok insan beni şöyle zannediyor: Bir gözüm Instagram’da, bir gözüm Twitter’da sürekli. Hayır, alakası yok. Benim telefonum, günün dörtte üçünde uçuş modunda. Twitter’a gün içinde bir iki defa giriyorum, bazen hiç girmediğim oluyor. Benim sektirmeden yaptığım tek şey, e-mail’lerime bakmak ve onları cevaplamak. Onun dışında her şey ikincil. Bu sayede ilgime, merak duyduğum şeylere odaklanabiliyorum. Bu, odaklandığın konudan seni uzaklaştırabilecek, lezzetli, tahrik edici şeylere “hayır” diyebilmek aslında.
Dijitalleşme sizce nereye gidiyor?
O kadar uçsuz bucaksız bir konu ki bu... Kişiler bazında gözlemlediğim en büyük değişim şu oldu: Bugün, sosyal medya mecraları yüzünden bazı geleneksel kavramların anlamları değişti. Arkadaşlık, ilgilenme, hoşlanma, nefret etme... Bütün bunların sözlükteki ve zihnimizdeki anlamları değişti artık. Gelecekte, eski kitaplardaki işleniş tarzından anlayacağız bunları. Eskiden “arkadaş” dediğimiz şeyin bizim hayatımızda bir farkı vardı. Bugün sosyal medya jargonundaki “arkadaş”ın bizim hayatımızdaki tek farkı, onun paylaştığı şeyleri takip ediyor olmamız. Yani biri arkadaşımız ama arkadaşlığın gerektirdiği hiçbir sosyal sorumluluk üstümüzde yok. Hasta olduğunda umurumuzda değil, bir derde düştüğünde ilgilenmesek de olur, parasız kaldığında beş kuruş vermemiz gerekmez, bizden borç isteyemez... Ama arkadaşımız mı, evet arkadaşımız. Bugün arkadaşlık dediğimiz şey, tek bir tıklama ile sona erecek bir şey ve çoğu zaman karşı taraf bunun farkına bile varmayabiliyor.
İkincisi, o kadar fazla ekran ve uyaran var ki hayatımızda... Bunların hepsini takip etmemiz bekleniyor. Bütün yeni dizileri anlamış olmalıyız, bütün yeni mekanlara gitmiş olmalıyız, o festivalde mutlaka bir story paylaşmamız gerekiyor... Tüm bunlar bize buyruk gibi dayatılıyor. Ve insanlarda “bir şeylerden geri kalma korkusu” oluşuyor. Bu yüzden sürekli gözlerini ekrana yapıştırarak yaşamak zorunda hissediyorlar. Ancak hiçbir insan bir ömür içinde bunlara yetişemeyeceğinden, hiçbir şeyle tam olarak ilgilenmeyen insanlar oluşuyor.
Biraz açar mısınız bunu?
Sabah dükkanı açar gibi Twitter’ın ya da Facebook’un başına oturursanız, günün sonunda kendinizi, gün boyunca hiçbir şey yapmadan akıntıya kapılmış ve esasında olayın özüne dair pek bir faydası olmayan bin bir tane lakırdı etmiş halde bulabilirsiniz. Ben buna “gündeme kapılmak” diyorum. O nedenle artık ne “uzmanlar” tarafında bir uzmanlık beklentisi var, ne takipçiler tarafında. Bu, var olan sistemin yan etkisi, bir hastalık aslında. Ve kimseye de bir faydası yok.
Bugün kıyamet gibi bilgi var fakat insanlar bunun peşine düşüp, eğriyi doğruyu bulma zahmetine katlanmak istemiyor. Bilgi adına büyük bir “abur cubur çağı”ndağız.
Simit bile saraylarda satılıyor artık!
Şirketler açısından dijital dönüşümü değerlendirir misiniz?
Kurumsal anlamdaki en büyük değişim ve dönüşüm bence şu: Gözünü bu kadar fazla ekranlara dikmiş insanların yaşadığı bir çağda; şirketler, kendileriyle ilgili bilgi, mesaj, satış ve pazarlama faaliyetlerini, geleneksel mecralardan bu yeni ve fazla bilmedikleri mecralara kaydırıyor. Dolayısıyla kurumların önünde bazı baskılar var. Biri, küresel çapta rekabetçi olabilmek. Çünkü küresel anlamda çok ciddi rekabetin yaşandığı bir çağdayız. Siz ne yapıyorsanız yapın bugün, “uluslarüstü” şirketlerin rekabeti altındasınız. Mesela bir kafe, kendisini “uluslarüstü” kafe zincirlerine benzetmek zorunda. Biz artık basit büfelerde tost yiyen bir toplum değiliz. Bugün simitler bile saraylarda satılıyor. Dolayısıyla işler değişiyor. Şirketler için de vizyoner olma, inovatif olma baskısı var. Yöneticiler ve çalışanlar için de bu böyle. Onlardan da bir sürü yeni yetkinlikler talep ediliyor. Eskiden adı sanı olmayan birimler, unvanlar, kariyer yolları var artık. Bizim çocuklarımız, bugün adını bile duymadığımız işleri yapacaklar. Daha onların yapacağı işler icat edilmedi, bilmiyoruz. Yani geleceğin kuşakları, birçok noktadan beslenebilen, dikkatini belli bir yere odaklayabilen, bazı anlık hazlardan ve akımlardan kendilerini belirli bir süre de olsa soyutlamayı başarabilen insanlardan oluşacak.
Örnek verir misiniz?
Geçenlerde bir sunum için parazit sektörleri araştırıyordum. Yeni bir kategoriye denk geldim. Yurt dışında, İkea’nın sattığı ürünlere aksesuar tasarlayan şirketler var. Mesela sen İkea’dan bir divan alıyorsun, bunlar o divana uyacak ama hiç kimsede olmayan bir kılıf üretiyor. Bu girişimler, İkea’dan hiçbir pay almadan ama tamamen onun üzerinden büyüyebiliyor. İşte gelecek bu tarz şirketlerin. Mesela geleceğin sigorta şirketleri, teknolojiyi çok daha fazla kullanmak zorunda kalacak. Bugün Apple Watch, FDA tarafından dünyanın en güvenilir nabız ölçeri seçildi. Tıbbi ürünler dahil olmak üzere. Bu cihaz, 24 saat benim bileğimde ve benim nabzımı en güvenilir şekilde kaydedip arşivliyor. Bunun sigorta şirketleri için bir anlamı var. Gelecekte bunu kullanabilenle kullanamayanın bir farkı olacak. Geleceğin bankası için de, kafesi için de, giyim markası için de bu böyle. Teknolojiyi kendi işlerinde kaldıraç edinenler, teknolojinin sunduğu fırsatları iyi okuyabilenler, kişi de olsa kurum da olsa bambaşka bir geleceğe ilerleyebilecek.
Pazarlamanın sonu
Peki teknolojik gelişmeler açısından bizi neler bekliyor gelecekte?
Şu an işin gidişatından kokladığım birkaç detayı paylaşayım. Bir kere kaçınılmaz olarak bazı ticari platformların çok daha geniş bir egemenlik alanına nüfuz ettiğini göreceğiz. Amazon, Alibaba gibi büyük ticari platformlar, hayatımızdaki pek çok şeyi belirler hale gelecek. Örneğin Amazon, bir elektronik ticaret devi. Ve ticaretin pek çok alanına el attı. Amazon, “Dash” diye patentli bir ürün piyasaya sürdü. Küçük, kablosuz, kapı zillerine benzeyen bir cihaz bu. Alıp evinizde bir yere yapıştırıyorsunuz. Diyelim ki kahve makinenize. Kahveniz bitmeye yakın düğmesine basıyorsunuz. Amazon sizin kayıtlı adresinize, sizin kayıtlı kredi kartınızdan parasını düşerek, kahvenizi yola çıkarıyor. 20 dakika içinde de kapınıza getiriyor. İki ay önce Amazon bunu üreticilere açtı. Mesela çamaşır makinesi üreticilerine dedi ki, “Al benim bu uygulamamı entegre et, tüketici düğmeye bastığında tanımlı deterjanını ben ona yollayayım.”
Bu nedir biliyor musunuz? Bu, pazarlamanın sonudur! Artık pazarlamacılar tüketiciye bir ürünü satamayacak. Çünkü ben evime bir kere falanca markanın deterjanının düğmesini koyduktan sonra, filanca marka deterjanla uğraşmam artık. Basıyorum düğmeye 20 dakikada geliyor. Dolayısıyla Amazon, benim ne satın almam gerektiğine bir kere karar verdikten sonra benim bütün hayatıma etki edecek bu.
Başka örnekler var mı böyle?
Hayatımıza giren bir diğer yenilik, akıllı hoparlörler. Yapay zekayla çalışıyor. Milyonlarca satıldı bu cihazlardan. Akıllı hoparlöre diyorsun ki, “Üzümlü kek nasıl yapılır, tarifini bana söyle.” Ya da “Su bitti, bana su yolla.” Biz, giderek kendimizi bu cihazlara teslim edeceğiz. Bu cihazların algoritmalarının verdiği karar, bizimle ilgili birçok şeyi belirleyecek. Üzümlü keke ne kadar tereyağı konacağına onlar karar verecekler mesela. Hatta “Üzümlü kek yapacağım, bana tarifi ver ve malzemeleri sipariş et” dediğimizde, hangi marka tereyağı kullanacağımıza da onlar karar verecek. Bu çok büyük bir dönüşüm.
Sonra gelecek üçüncü bir dalga da, klavyelerin ortadan kalkması. Artık sanal ya da fiziki klavyeler kullanmak yerine, cihazlarla konuşur hale geleceğiz. Örneğin benim çocuklarım artık bir şey yazmıyor, mikrofon tuşuna basıp söylüyorlar. Bunun devamında gelecek dördüncü dalga ise, kişisel teknolojiler özelinde, cihazların giderek yok olması. Yani biz görmeyeceğiz artık cihazları. Nasıl ki akıllı telefonlar bilgisayarlara olan ihtiyaçlarımızı ortadan kaldırdıysa, bir süre sonra telefonlar da böyle olacak. Tamamen birebir konuşarak iletişim kurabildiğimiz zaman, telefonların şeklinin böyle olmasına gerek olmayacak. Kolumuzdaki bir saat ya da cüzdanımızın içindeki küçük bir kart da olabilecek bu cihaz. Ve biz sadece konuşacağız onunla.