İşte iki hafta süren, kimi zaman kaybolduğum kimi zaman akışa bıraktığım, kimi zamansa şaşkınlığımı gizleyemediğim ve tamamını trenle gerçekleştirdiğim Japonya gezimden öne çıkanlar…
Japonya denince akla hemen ultra fütüristik yapılar, çılgın teknolojiler ve bu unsurları bir anda ters köşeye yatıran bir geleneksellik gelse de Japonya aslında her şehrinde farklı bir tat; farklı bir hayat görüşü ve ruh barındıran ilginç bir ülke. Ve bence bu rengarenk ülkeyi layıkıyla keşfetmenin en iyi yolu kesinlikle tren yolculuğu!
JR Rail Pass diye yazılır “hayat kurtarıcı” diye okunur!
Belki Barış Manço etkisiyle belki de aynı yıllarda bayıla bayıla izlediğim Sailor Moon sevdamın bitmemesiyle Japonya’yı görmek benim için hep düşününce yüreğimi titreten bir hayaldi. Hâl böyle olunca özellikle uzun menzilli uçuşlarda tercih ettiğim bir havayolunun yaptığı kampanyayı kaçırmak olmazdı. Nihayetinde biletler alındı ve Japonya’da nereler gezilecek, nerelerde konaklanılacak araştırmalar başladı...
Henüz araştırmanın ilk demlerinde kafamda ‘Yok bu böyle olmayacak bir alternatif bulmak lazım’ cümlesi yankılanmaya başladı. Çünkü Japonya’da tren biletleri cep yakacak kadar pahalıydı! Ama neyse ki, Japonya hükümeti yalnızca turistlerin kullanımına özel 7, 14 ve 21 gün geçerli kombine tren biletleri sunuyordu ve JR Rail Pass olarak geçen bu pasolardan almak tek tek bilet almaktan çok daha ekonomikti. Yalnızca Japan Railway trenlerinde geçerli olan pasonuzu almak için henüz Japonya’ya giriş yapmadan başvuru yapmanız gerekiyor ve biletinizin yine posta yoluyla teslim alıyorsunuz. Yani Japonya’ya indiğinizde bu pasoyu sıfırdan edinme şansınız maalesef yok.
Lokal tren adı verilen banliyö trenlerinde, şehirlerarası seferler yapan rapid (hızlandırılmış) trenlerde ve Japonların Shinkansen adını verdikleri saatte 360 km hız yapan trenlerde geçerli olan JR Rail Pass gerçek bir kurtarıcı. Tek tek bilet almaya göre çok daha hesaplı olmasının yanı sıra her yolculukta tren bileti sırasında beklemekten de kurtaran bu pasoyu kullanırken şu iki konuya mutlaka dikkat edin: Pasoyu Japan Railways şirketine bağlı olmayan trenlerde ve Nozomi isimli Shinkansen’de kullanmayın ve tabii ki pasonuzu asla ve asla kaybetmeyin! Çünkü kaybedilen pasonun yenilenmesi gibi bir olanak maalesef yok.
Her şeyin ‘çok’ olduğu yer: Tokyo
Giden gitmeyen herkesin bildiği gibi Japonya’da tren ağı kusursuz bir şekilde çalışıyor. Yalnızca afet ve güvenlik nedeniyle nadiren aksayan bu trenler, her şehirde genelde bir merkez bir de dış hatlar aktarma istasyonu olmak üzere iki istasyonda duraklıyor. Birçok şehirdekinin aksine, başkent Tokyo’da bulunan Tokyo Station hem iç hem dış hatta sefer yapan trenler için ana terminal görevi görüyor. Yanılmıyorsam 8-10 kattan oluşan bu devasa istasyonda hızlı trenlerden metroya, lokal trenlerden monorail denen tek ray üzerinde giden trenlere kadar her şeye binebiliyorsunuz. Tokyo Station’ı diğer tren istasyonlarından ayıran bir diğer önemli özelliği de istasyonun çeşitli temalarda caddeleri olan bir şehre benzemesi! Örneğin zeminin altındaki kata indiğinizde Ramen Street ve Character Street isimli iki tematik cadde ile karşılaşıyorsunuz. Ramen Street’te birkaç ramen restoranı bulabilirken, kuzey tarafındaki çıkışın altında bir sürü salaş ve güzel restoran bulmak mümkün.
Ben cebimde JR Pass’im olduğu için konaklayacağım yerleri seçerken JR’nin lokal tren güzergahlarında olmasına dikkat etmiştim. Zaten Tokyo Station’dan geçerek şehrin en merkezi noktalarını içine alan bir çember çizen Yamanote Line isimli tren şehirdeki pek çok ihtiyacınızı karşılıyor. Şu aynı anda binlerce insanın geçtiği meşhur yaya geçidinin ve Hachiko heykelinin bulunduğu Shibuya’ya; Tokyo’nun hipster cennetleri Harajuku ve Shinjiku’ya ve tabii ki “electric town” da denen elektronik, manga ve oyun merkezi Akihabara’ya gitmek için bu hattı kullanmanız gerekiyor.
Ben de Japonya’yı ziyaret eden herkes gibi bu bölgeleri gezip büyük şehirden hevesimi aldıktan sonra ülkenin doğasını, kırsalını ve normal yaşam ritmini deneyimlemek için tekrar yola düşünüyorum.
Mitolojik hikayelerin baş kahramanı Fuji Dağı’na tırmanmak
Fuji Dağı, 3760 metre yüksekliği ile Japonya’nın en yüksek dağı. Ama Fuji-san’ı bu kadar özel kılan yalnızca yüksekliği değil. Çünkü Fuji Dağı hem Şinto dininde kutsal kabul ediliyor hem de Japonların Şinto ve Budizm öncesi inançlarında da büyük yer buluyor. Bir sürü mitolojik hikayenin kahramanı olan ve vakti zamanında çok yaşlı Japonların ölmek için geldikleri bir “hac merkezi” sayılan Fuji-san bu yönüyle de insanı ister istemez kendisine çekiyor.
“Zorlansam da başardım”
Fuji Dağı’na ulaşmak için önce Tokyo Station’dan iki aktarma yaparak iki saatlik bir tren yolculuğu ile Kawaguchiko’ya gitmeniz gerekiyor. Kawaguchiko aynı zamanda “5 Göller” de denilen doğal güzelliklerle dolu bir bölge. Kampçıların ve sırt çantalı gezginlerin tercih ettiği bu güzelim milli parkta bir gece kamp yaptıktan sonra ertesi gün tırmanış kısmına geçmeye karar veriyoruz.
Yine Kawaguchiko İstasyonu’ndan kalkan otobüslerle (bu otobüse binmenin bedeli 1300 JPY civarında) bir saat sonra Fuji Dağı’nın 5. İstasyon adı verilen tırmanış parkurunun başlangıcına varmış oluyorsunuz. Bu noktada başlayan trekking ortalama 8-9 saat sürüyor ve zorlu kaya parkurları aşarak Fuji-san’ın zirvesine ulaşıyorsunuz. Tırmanış boyunca ani hava ve irtifa değişimine bağlı olarak zorlansam, yağmura yakalanıp fena halde üşüsem “Yok ben devam edemeyeceğim” diye defalarca pes etsem de Fuji tırmanışımı alnımın akıyla tamamlayıp ertesi sabah 06:00 sularında inişe geçiyorum.
Buram buram Japon kültürü kokan Kyoto ve Nara
Fuji’den sonra yine Kawaguchiko İstasyonu’ndan kalkan bir otobüsle Mishima İstasyonu’na giderek ilk Shinkansen yani hızlı tren yolculuğuma başlıyorum. Unutmadan belirteyim eğer bir JR Pass sahibiyseniz Shinkansen tipi trenlerde ‘Non-Reserved’ yani numarasız vagonlara binmeniz gerekiyor. Hangi vagonların numarasız olduğunu anlamak içinse peronlardaki saat çizelgelerine bakmak yeterli oluyor. Süper rahat ve hızlı bir yolculuktan sonra yaklaşık iki saat sonra Kyoto Station’a varıyorum. Kyoto’ya dair ilk izlenimim sakin, düzenli ve huzurlu bir şehir olduğu. Çünkü Tokyo’daki kaos buraya hiç mi hiç uğramamış!
Fushimi Inari Tapınağı’nı görmek keyifli
Kyoto’da Japon tarzı evlerle süslü sokaklarda yürümek, Geisha District olarak anılan ve akşamları geyşaların hizmet ettiği restoranlarla dolu Gion Bölgesi’ni arşınlamak, Kyoto Manga Müzesi’ni görmek ve tabii ki Bir Geyşanın Anıları filminden tanıdığımız Fushimi Inari Tapınağı’nı görmek epey keyif veriyor.
Kedi gibi uysal ceylanlar
Kyoto biraz fazla “huzurlu” olunca rotayı çevredeki şehirlere çevirmeye karar veriyorum ve kendimi Kyoto’ya 35-40 dakikalık tren mesafesindeki Nara’da buluyorum. Yemyeşil ve doğal bir kent olan Nara’da bahçesinde ceylanların dolaştığı ve dünyanın en büyük ahşap yapısı olan Todai-ji Tapınağı’nın yolunu tutuyorum. Biraz ceylanlarla oynadıktan sonra o gece tapınak bahçesinde bir ışık festivali olduğunu duyup akşamı orada geçirmeye karar veriyorum ve tabii ki bol bol fotoğraf ve video çekiyorum.
“Ülkenin mutfağı”: Osaka
Japonlar, Osaka için “ülkenin mutfağı” yakıştırmasını yapıyor; bence bu konuda da son derece haklılar! Çünkü Osaka’da bizdeki Antakya – Antep – Adana üçgenine benzer engin bir yeme ve içme kültürü var. Özellikle bir zamanların İstiklal Caddesi’ni andıran ve şu meşhur Glico Man billboardunun da bulunduğu Dotonbori bölgesine bayılmamak mümkün değil. Envai çeşit sokak yemeği, komşu şehir Kobe’nin dillere destan bifteğini servis eden restoranları; sushi barları ve ünlü yengeçli yemekleri ile Osaka’da aç kalmak imkansız.
Osaka çok hareketli
Özellikle bir tür ocakbaşı deneyimi yaşatan teppanyakisi, bir sürü malzemenin ızgarada pişirilmesi ile hazırlanan okonomiyakisi ve udon denen kalın eriştesi ile gönlüme taht kuran Osaka, hareketli gece hayatı ve Japonya’nın geri kalanına hiç benzemeyen şen şakrak insanlarıyla da aklımda yer ediniyor.
Ah Hiroshima…
Osaka’nın Shin-Osaka İstasyonu’ndan kalkan Sakura isimli hızlı trenle Hiroşima’nın yolunu tutarken bu şehrin beni bu kadar sarsacağını tabii ki kestiremiyorum. Önce Hiroşima İstasyonu’ndan kalkan ücretsiz otobüslerle, Genbaku Dome’a yani 6 Ağustos 1945’te şehri haritadan silen o bombanın düştüğü yere gidiyorum. Genbaku Kubbesi adı verilen ve atom bombası tarafından büyük ölçüde tahrip edilen bina o gün nasılsa bugün de aynı şekilde muhafaza ediliyor. Bunun sebebi ise Hiroşima’da yaşanan insanlık ayıbını bir gün bile unutturmamak. Neredeyse iskeleti kalmış ve bombanın etkisi ile simsiyah olmuş bina kalıntısına bakarken birden bire binanın önünde duran yaşlı adam dikkatimi çekiyor. Önünde duran kağıtta “Hiroşima’dan sağ çıktım” yazıyor. Henüz dokuz yaşında, okul yolundayken bombaya yakalanan, ailesinden pek çok insanı kaybeden ve o günleri anlatırken hâlâ titreyen bu yaşlı amca ile konuştuktan sonra Hiroşima Barış Müzesi’ne gidiyorum. Burada saldırı, öncesi ve sonrası ile ilgili pek çok detayı bir saat içinde öğrenmek ve bombardımandan geri kalan bir sürü dramatik hatırayı görmek mümkün oluyor.
Rüya gibi bir ada
Yaşlı gözlerle ve sızlayan bir kalple dolaştığım Hiroşima’dan ayrıldıktan sonra rotayı, Hiroşima açıklarında bulunan Miyajima Adası’na giden feribot iskelesine çeviriyorum. Bakir, doğal, sessiz ve huzurlu bir ada olan Miyajima Adası o kadar güzel ki, yerli halk hafta sonlarını burada geçirmek için feribotu hınca hınç dolduruyor. Bu rüya gibi adada geçirdiğim iki günden sonra güneye inme planları yaparken ülkenin güney batısını vuran şiddetli tayfunun haberini alarak yeniden Tokyo’ya dönme kararı alıyorum. Ve Uzak Doğu, sürprizlerle dolu iklimi ile bana bir kez daha planların burada işlemediğini göstermiş oluyor.
Hoşçakal dünyanın uzak ucu! Belki bir gün yeniden görüşürüz…