Gencecik, sevinç ve coşku dolu. Bir o kadar da notalara ve yaptığı işe sevdalı. Birkaç yıl sonra adı besteleriyle tüm dünyada duyulduğu zaman şaşırmayacaksınız çünkü bu röportajın amacı onu sizlere tanıtmak. Karşınızda Esin Aydıngöz!
Sizi biraz tanıyalım önce: Esin Aydıngöz kimdir? Eğitimi nedir? Bugüne kadar nerede neler yaptı?
Müziğin her alanında çalışmaktan çok keyif alan bir besteciyim diyebiliriz. Asıl mesleğim film, dizi, video oyunu ve müzikal gibi bir hikaye çevresinde kurulan medya ve sanat projelerine müzik yazmak; ancak bunun yanında piyanist, müzik direktörü, aranjör ve şarkı yazarı olarak da çalışıyorum.
Müzik eğitimim altı yıllık yarı zamanlı piyano bölümünü bitirdiğim Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda başladı. Piyano çalmayı çok seviyordum ama müziği meslek edineceğimi düşünmüyordum. Beste yapabildiğimi fark edince her şey bir anda değişti, müzik benim için bambaşka bir anlam kazandı. 2010 yılında Berklee College of Music’in performans bazlı bir yaz okulu programına katıldım ve gitmek isteyebileceğim diğer bütün okullar, yapmak isteyebileceğim diğer bütün işler bir anda silindi. Ne mutlu ki liseden mezun olur olmaz üniversite eğitimim için tekrar Berklee’ye döndüm. İnanılmaz keyifli beş yıllık bir eğitimin ardından Los Angeles’a taşındım. Şimdi kurucu ortaklarından biri olduğum AudioBrew şirketinin baş bestecisi olarak çalışıyorum. Bir yandan da Disney’in a cappella grubu DCappella’nin yardımcı müzik direktörlüğünü yapıyorum.
Müziğin farklı alanlarından farklı tatlar aldığım için önüme gelen her fırsata “evet” demeye çalışıyorum. Bu sayede çeşitli tiyatrolarda ve festivallerde müzik direktörlüğü yaptım; SONY, Netflix, Disney+ ve Hallmark gibi şirketler için piyano kayıtları aldım ve Alliance for Women Film Composers’ın yönetim kurulu üyesi oldum. Her ne kadar Amerika'da yaşıyor olsam da Türkiye ile olan bağlarımı da asla koparmamaya özen gösteriyorum. Mun Ajans’ın hazırladığı Akademi Disleksi radyo spotu için yaptığım müzikle 31’inci Kristal Elma'nın Bölge Kategorisi’nde Kristal Elma Büyük Ödülü’nü alan ekipte yer aldım. Ünlü piyanist AyşeDeniz Gökçin için bestelediğim Kurulmamış Hayaller adlı dört el piyano eserini Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde sanatçı ile birlikte icra ettim. Soma Faciası’nda babasını kaybeden çocuklar için söz ve müziğini yazdığım Bir Gökyüzü Düşün isimli şarkımı GNL etiketi ile yayımladım. İş Sanat, Jingledak, Bahçeşehir Koleji vb. Türk kuruluşlarıyla çalıştım ve Boston’da öğrenciyken Dışişleri Bakanlığı Boston Başkonsolosluğu'nun özel davetlerinde konserler verdim.
Berklee süreci nasıl başladı, nasıl gelişti? Orada eğitim almanın zorlu yönleri var mıydı?
Berklee sürecim on yedi yaşındayken gittiğim beş haftalık bir yaz okuluyla başladı. Türkiye’de Berklee’nin bir caz okulu olduğu algısı vardı ve bu yüzden “ya kabul edilmezsem” diye hep çok korktum. Bu aslında doğru değil aksine çeşitli ülkelerden, çeşitli kültürlerden, müzikal kimlikleri olabildiğince farklı müzik türleriyle gelişmiş, değişime ve yeniliğe her yönden açık bir öğrenci profili var. Berklee benim için öyle bir rüyaydı ki, orada olduğum her güne “Vay be! Uyandım ve rüyada değilim. Gerçekten buradayım!” diyerek ve bunun kıymetini bilerek uyandım. Orada eğitim almanın, her hücresiyle orada olmak isteyen biri için hiçbir zorluğu yok ama tabii ki adapte olmanız gereken bir sürü şey oluyor.
Çevrenizdeki herkes çok yetenekli. Bu bazı insanları motive ederken bazılarının cesaretini ve hevesini kırıyor. İlk seneden sonra okulu bırakan birçok arkadaşım oldu. Her gününüzün her anını derslerle, workshop’larla, arkadaşlarınızın resitalleriyle, ödevlerle, provalarla doldurursanız zaten reddedilme korkunuza ayıracak pek de bir zaman kalmıyor geriye. Bir de tabii Amerikan kültürüne alışmak biraz vakit alıyor ama zaten Amerikan kültürüne yumuşak geçiş için Boston’dan daha güzel bir şehir olamaz. Boston’un her köşesi dünyanın dört bir yanından gelmiş uluslararası öğrencilerle dolu.
Türkiye’den gelecek öğrencilere en büyük önerim İngilizce’ye tamamen hakim olarak okula başlamaları olur. Bu hem herkesle rahat iletişim kurabilmeleri ve sosyal ilişkilerinde sorun yaşamamaları için hem de ilk dönemlerde öğretilen temel bilgileri kaçırmamaları için çok önemli.
Bizim geleneksel Türk aile yapısında adeta sanat üzerine eğitim almaya engel bir yaklaşım var. Notalar arasında yolculuk nasıl başladı? Kimler destek oldu? Engeller neydi?
Ben çok şanslıydım çünkü yakın çevremden herkes bana çok destek oldu. Babam doktor ama müzikle çok ilgili, o yüzden bir numaralı destekçimdi hep! Müzik için yıllardır çok emek veriyorum. Yeri geldi iki gün hiç uyumadım, yeri geldi tatildeyken otel odasından iş yetiştirdim, yeri geldi bütün bir yaz evden çıkmayıp kolumu incitene kadar günde altı yedi saat piyano çalıştım. Müziği seçerken mantığım, biraz da seçtiğim hayatı sevmeye zorlanmak yerine, sevdiğim hayatı seçmeyi tercih etmek üzerineydi. Çünkü müzik her şeyden önce hobim olduğu için asla çalışıyormuşum gibi hissetmiyorum.
Notalar arasında yolculuğum dört yaşında piyano derslerimle başladı ama müziğe kariyer anlamında cesaret etmem beste yapmaya başlamamla oldu. Bunun hikayesi çok komik aslında. En yakın arkadaşım Buse, benden etkilenip piyano dersi almaya başladı, hatta o da konservatuvara girdi. Okulda aynı sınıftaydık, ama konservatuvarda benden iki alt dönemdi. Sonra bir gün duygusal bir Türkçe pop şarkısı yazdı. Ben de çocuk aklımla “Buse şarkı yazabiliyorsa ben de yazarım” dedim ve yazdım! Sonra arkadaşlarım ve ailem şarkılarımı beğendikçe daha da büyük bir tutkuyla yazmaya başladım. Liseler arası beste yarışmalarına katıldım. Oradan aldığım ödüller bana ihtiyacım olan özgüveni verdi ve bir şekilde su yolunu buldu. Geriye dönüp bakınca çok ciddi bir engel hatırlamıyorum aslında. Ama konservatuvardayken istediğim her parçayı çalmama izin yoktu. İyi ki yoktu çünkü tam da bu yüzden Berklee’yi çok sevdim. Oradaki özgür eğitim başımı döndürdü.
Filmlere, dizilere, belgesellere müzik yapmak neden önemli? Ve film müzikleri yönetmenle ya da oyuncularla kıyaslanınca, hep “işin mutfağı”na ait gibi görünüyor. Sizce biraz haksızlık mı yapılıyor yoksa bu işin kaderi bu mu?
Müzik başlı başına bir dil aslında. Dolayısıyla filmlere sözcüklerin ekleyemediği bir katman ekliyor. Müzikle bu projelerdeki anlatımları çok daha etkili bir hale getirebiliyorsunuz. Kimi zaman bunu projenin geçtiği zaman ve mekanla ilgili müzikal detaylar ekleyerek ve fark ettirmeden izleyiciyi başka bir dünyaya, başka bir yüzyıla götürerek yapıyorsunuz, kimi zamansa karakterleri yansıtan melodiler yaratıp oyuncunun bilinçaltıyla oyunlar oynuyorsunuz. Bazen kötü bir karakterin kötü olduğuna dair ipuçlarını, siz henüz daha hikayede her şey normalken melodilerinizle ve seçtiğiniz enstrümanlarla veriyorsunuz.
Filmde gerçekleşen olay farklı karakterlere farklı duygular hissettiriyor. Seyircinin izlerken hangi duyguyu en yoğun yaşayacağını ve hangi anda ne hissedeceğini sizin armonik seçimleriniz şekillendiriyor. Aslında her şey hem çok teknik hem de çok sanatsal. İşin mutfağı gibi görülmesinin nedeni bizim ekranda olmayışımızdan ve filmin tanıtım etkinliklerine çok fazla katılamayışımızdan kaynaklanıyor. Ben Berklee’deyken film müziği besteciliğinin ne kadar izole bir iş olduğunu fark edememiştim. Saatlerce ve hatta haftalarca yerinizden kıpırdamayıp ekrandaki minik renkli MIDI notalarına bakıp, yönetmenlerin vizyonuna nasıl daha çok yaklaşırım ama aynı zamanda kendi sanatsal kimliğimi de nasıl korurumun savaşını veriyorsunuz. Sette düzinelerce insan o filmi deneyimliyor ama siz yalnız başınızasınız veya kendi ufak takımınızlasınız. Bu işin kaderi bu galiba. Ama kariyerim ilerledikçe kontratıma filmlerde bir cümlelik bile olsa bir rol istediğim maddesini eklemeyi planlıyorum çünkü mutfak ne kadar güzel olsa da esas eğlenceyi kaçırıyoruz!
Sinema seyircisi adına düşündüm de çok yerinde olur doğrusu. Peki, Disney’de görev alma süreciniz nasıl gelişti? Ve DCappella tam olarak nedir?
Ben yedi yaşındayken annemler beni Disney World’e götürdü. Tatilimiz bitip de son defa parktan ayrılmak için turnikelerden geçerken arkama dönüp Disney için çalışacağıma söz verdim ama tabii yedi yaşında olduğum ve dünyadan haberim olmadığı için Disney için ne yapabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Besteler yapmaya başlayıp da arkadaşlarım eserlerimi film müzikleriyle kıyaslamaya başlayınca, Disney için yapabileceğim şeyin bu olduğunu fark ettim.
Üniversite mezuniyetimden bir yaz önce Los Angeles’ı ziyaret edip yaşamayı düşündüğüm şehri görmek istedim. LinkedIn’den hem Berklee’de okumuş ve hayatlarının bir döneminde Disney ile çalışmış olan hem de o dönem Disney Music Group’da görev alan insanları araştırdım. LinkedIn’im profesyonel olmadığı için bu insanlarla başka bir şekilde iletişim kurmam gerekiyordu. Ben de bulabildiklerime Facebook’tan mesaj attım. 40-50 kişiden sadece bir iki tanesi mesajıma dönüş yaptı. Beni Disney’in stüdyolarına davet ettiler ama sonuç olarak iş anlamında hiçbir fırsat çıkmadı! Ta ki bir buçuk sene sonrasına kadar… Mesaj attığım kişilerden biri çok geç olarak mesajımı gördü ve şansıma tam da o gün acilen bir müzik asistanı bulması gerekiyordu! Ertesi sabah için bana DCappella’nin müzik direktörü olan Deke Sharon ile bir görüşme ayarladılar. Toplantımız sabahın köründe, Deke havaalanına yetişmeden yapılan bir kahvaltıydı. Deke veda ederken bana kahvaltımızı Mickey Mouse’un ödeyeceğini ve işe alındığımı söyledi. Disney hikayem işte böyle başladı.
DCappella Disney’in acappella grubu. Birbirinden müthiş yedi vokalistten oluşuyor. Ben işe alındığımda DCappella daha sadece bir fikirdi. Bu grubun seçilmesinden tutun, albümlerinin kaydedilmesine, stillerine karar verilmesine, turnenin provalarına kadar her şeyine tanıklık ettim. Gerçekten inanılmaz bir deneyimdi. Hatta Japonya turnesinin öncesinde Deke ülke dışındaydı, o yüzden o provaları ben yönettim. Mary Poppins gibi eski Disney klasiklerinden, Disney+’ın en yeni filmlerine kadar 90 yıllık bir repertuvarları var ve sahnedeki enerjileri gerçekten baş döndürücü! Şu ana kadar sadece Amerika ve Japonya turnesi yaptılar ama umarım pandemiden sonra Türkiye’ye de gelirler.
Umarım sizi de ileride bugünün John Williams’ı veya Hans Zimmer’i olarak görmek isteriz. Şimdi buradan yola çıkarak film müziği besteleyen kadın besteci sayısının erkeklere kıyasla çok az olduğunu zannediyorum. Bu erkek egemen bir alan mı?
Bu maalesef erkeklerin egemen olduğu bir alan. Şu ana kadar müziğiyle Oscar alan kadın besteci sayısı yalnızca üç! Üstelik bu ödül 1934’ten beri veriliyor. Bu mesleği yıllardır erkekler yürüttüğü için stüdyolar haklı olarak ilk kendi bildikleri ve daha önce beraber çalıştıkları bestecilere gidiyor. Bence yavaş da olsa bu durum sonunda değişmeye başladı.
Ben Berklee’deyken film müziği derslerimde genelde sınıftaki tek kızdım, ya da maksimum iki üç kızdan biriydim. Duyuyorum ki bu konuda eğitim alan kadınların sayısı her geçen gün artıyor. Aslında aktif olarak bu alanda çalışan birçok kadın besteci zaten var, hem de birçok farklı ülkede. Dünya onların adını henüz Hans Zimmer ya da John Williams kadar bilmiyor, çünkü isimlerini ve müziklerini daha çok bağımsız festival filmlerinde duyuyoruz. Hiç şüphem yok ki en kısa zamanda biz de kendimizi kanıtlayıp daha çok ses getiren filmler almaya başlayacağız. Dezavantajımız alışılan ve var olan düzene sızmanın zor oluşu ama kadınlar birçok alanda yükselişe geçtiler ve bir bakıma dünyanın gözü açıldı! Amerika’daki film projeleri azınlıkları barındırmayı bir öncelik haline getirmeye başladı mesela; hem kamera önünde hem kamera arkasında. O yüzden ben bu dezavantajımızın bir avantaja dönüştüğünü hissediyorum.
Biraz AWFC’den (Alliance for Women Film Composers - Kadın Film Müziği Bestecileri Birliği) amaçlarından söz eder misiniz?
Kısaca özetlemek gerekirse kadın medya bestecilerinin görünürlüğünü artırmak için çalışıyoruz. Bunu yaparken hem üyelerimize eğitim fırsatları sunuyoruz hem de profesyonel ağlarını geliştirmeleri, yönetmenlerle ve prodüksiyon şirketlerinin idari ekipleri ile tanışmaları için etkinlikler düzenliyoruz. Üyelerimizin edindikleri başarıları duyurarak etki alanımızı genişletiyoruz. Web sitemizde dünyanın çeşitli yerlerinden üyelerimizin kayıtlı olduğu bir rehber var. Yönetmenler kolayca bestecilerin biyografilerine ve müziklerine erişip onlarla iletişime geçebiliyorlar.
13 Mayıs 2014, Soma… Türkiye Cumhuriyeti’nin “en çok can kaybıyla sonuçlanan iş ve madencilik kazası”. Yitip giden 301 can… Ve “Bir Gökyüzü Düşün” desem…
Soma faciasının yaşandığı gün yaz tatilim için Boston’dan İstanbul'a dönüyordum. O gün yeni bir kuzenim dünyaya gelecekti, inanılmaz heyecanlıydım. Bir de indim ki uçaktan, yüzlerce çocuk babasız kalmış. Gerçekten insanın içine işliyor. Kazadan birkaç gün sonra yazdım bu şarkıyı. Çocukları çok seviyorum, çocuk olmayı da çok sevmiştim. O yüzden bu kazanın bana en çok dokunan boyutu çocukların acısı oldu. O dönemde sosyal medyada herkesin paylaştığı bir fotoğraf vardı. Bir grup madenci yerin altındalar ve fotoğraftaki tek ışık başlarındaki baretlerden geliyor. Sanki yerin altında bir gökyüzü vardı ve madenciler de birer yıldızdı. O fotoğraf yazdırdı bana Bir Gökyüzü Düşün’ü. O dönem bir sürü tanındık şarkıcıya ulaşmaya çalıştım ve TEV ile birkaç yazışma ve görüşme yaptım. Amacım şarkının duyulması, dinleyiciler tarafından satın alınması ve elde edilen gelirin Soma’daki çocuklara bağışlanmasıydı. Ancak yalnızca kısa bir süreliğine Türkiye'de olduğum için bu gerçekleşemedi.
Yıllar sonra Saint Joseph Lisesi’nin mezunlar gününde çok sevdiğim bir öğretmenim beni Alize ile tanıştırdı. O benden birkaç üst dönem olduğu için öğrenciyken hiç tanışmamıştık. İki müzisyen olarak beraber bir şeyler yapmaya karar verdik. Alize, Bir Gökyüzü Düşün’den çok etkilendi, hatta şarkıyı seslendirip bana bir demo kaydı gönderdi. Şarkımı Alize’den duyduktan sonra, neden önceden iletişime geçtiğim vokalistlerin “hayır” dediğini anladım, çünkü bu şarkıyı kesinlikle Alize’nin söylemesi gerekiyordu! Ben Los Angeles’ta, Alize İstanbul'da stüdyolara girerek kaydı tamamladık. Tepkiler hem çok pozitif hem de son derece iç burkucuydu. Dinleyicilerin de şarkıdan bizim kadar etkilenmesi bizi çok mutlu etti ama keşke böyle bir kaza olmasa, böyle bir şarkı hiç yazılmasaydı…
Alize ile başka projelerde de beraber yer aldık! Mesela Songs for World Peace diye bir uluslararası barış projesi için Türkiye'yi temsil ettim ve şarkıma gene Alize’m sesiyle hayat verdi. Müzikal birlikteliğimiz hep devam edecek.
Notaların dili evrenseldir, malum… Yine de birbirinden farklı müzik türleri ve her bir türün de seveni var. Sizin sevdiğiniz müzik türü nedir?
Klasik müziğin ve orkestral film müziklerinin bana getirdiği huzuru başka hiçbir yerde bulamıyorum. Bir başka tutkum da müzikal tiyatro… Oradaki çılgın aranjmanlar ve sürekli değişen tonaliteler içimdeki bütün tutkuyu uyandırıyor! Bir de Latin müziği var tabii: nasıl kötü bir modda olursam olayım beni hep çok mutlu ediyor. Libertango mesela! Öte yandan Esin Aydıngöz rock ve caz da sever! Hatta Evanescence’in en büyük fan’ı olabilirim. Bir rock grubum olsa hiç de fena olmazdı aslında.
Siz de bilirsiniz, Türk Sanat Müziği daima el üzerinde tutulan bir türdür. Halk Müziği, cidden “halkın malı” gibidir, klasik müzik ise belli bir dinleyici kitlesine sahiptir. Siz Türkiye’deki müzik kültürüne nasıl bakıyorsunuz?
Her türün kendine göre bir güzelliği ve gizemi var. Sizin de dediğiniz gibi ülkemizde daha dar bir kesime hitap eden müzik türleri ile uğraşıyorum ama müzik evrensel ve Berklee gibi okullar birçok değişik tarzın harmanlanmasına çok uygun bir ortam hazırlıyor. Ben de ülkemin müziğini eserlerime yansıtabileceğim fırsatları değerlendiriyorum. Bazen Türk motifleri ve aksak ölçüler kullanıyorum. Klasik Türk Müziği ile ilgili bazı temel dersler de aldım. İnsanlar alışık oldukları ve benimsedikleri şeylerin dışına çıkmakta zorlansalar da iyi müziği duyduklarında kültürlerinden bağımsız olarak duygulanıyorlar. Duyguyla çalınan büyülü bir ney melodisinden ya da usta bir udiden dinlediğiniz bir nihavent saz semaiden etkilenmemek mümkün mü?