Ufuk Koçak, insanın nasıl “engel tanımayan birine” dönüşebildiğinin en güzel örneklerinden. 99 depreminde iki bacağını da kaybetti ama pek çoğumuzdan daha önemli şeylere imza attı o. İşte hikayesi ve tavsiyeleri...
Ufuk Koçak'ın enkaz altında bekleyişi üç gün sürmüş. "İlk kez gün ışığını gördüğümde, artık o gün ışığında ailemi, dostlarımı, arkadaşlarımı, koskoca bir kenti ve ayaklarımı o karanlıkta bırakıp çıkmıştım" diyor ve ekliyor: “Her şeye rağmen hayat devam ediyorsa 'yaşayacaksın' dedim".
Mottosunu, "Hayat onu yaşamayı bilen cesur insanlarındır" diye tanımlayan Ufuk Koçak, uzun bir hastane maratonunun ardından Almanya’ya, onu yeniden ayağa kaldıracak demir ve sünger karışımı ayaklarını yaptırmaya gitmiş. 22 yaşında ilk adımlarını atan bebekler gibi yeniden yürümenin mutluluğunu yaşamış. Ama yürümek ona yetmemiş...
Toroslar’dan Ala Dağlar’a kadar yurdun birçok dağında kamplar kuran, kaya tırmanışları, şelale tırmanışları, su kayağı, yelken, dalış, tenis, basketbol, yüzme, rüzgar sörfü gibi birçok alanda var olan Koçak, yaklaşık 10 yıldır engellilerin hayata kazandırılması ve toplumda farkındalık uyandırılması için birçok projede yer aldı. Türkiye’nin ilk engelli dalış eğitmeni ve halen Engelsiz Deniz projesinin koordinatörlüğünü yapıyor. Rekorlar kırıyor, seminerler veriyor.
Kendisini daha yakından tanımaya ne dersiniz?
"Hayat onu yaşamayı bilen cesur insanlarındır" sözü aslında fiziksel engeli olmasa da kendine psikolojik engel koyan insanları çağrıştırıyor. Bir de fiziksel engel diye bir şeyin olmadığını, engellenen insanların olduğunu söylüyorsunuz. Bize engellenmek nedir, kısaca anlatır mısınız?
Engel insanların beyninde çok yer eden bir şey. Gözü görmeyene, kulağı duymayana, ayağı, kolu olmayana engelli diye bir ad koymuşlar. Aslında bakacak olursak engelli kavramına sebep olan toplu taşıma araçları, mimari yapılar, kaldırımlar, çarpık kentleşmeler ya da insani vasıflara sahip olmadan düşünen insanlar... Bunların her biri birer set. Toplum diyor ki "Eğer sen önündeki bu merdivenleri çıkamıyorsan, bu otobüse binemiyorsan sen engellisin". Resmen sınav gibi. Aslında tam da reddettiğim bu. Bu “engel” denen setin arkasında kalan, sadece uzuv kaybeden değil. Çocuk, bebek arabasıyla yolculuk eden anne, yaşlı... O halde onlar da mı engelli? Hayır. İşte mimari yapılar, toplu ulaşım araçları, kaldırımlar ve çarpık kentleşmenin engellediği insanlar var. Engeli olan insan yok. Üst başlığımız engel ise sosyal, ekonomik, psikolojik, kültürel engeller de var. Yaşam bir lütuf aslında. Bir kere doğuyoruz, büyüyoruz ve doğalında ölüyoruz. Ne zaman öleceğimiz de belli değil. O geçen sürede dış etkenler yüzünden içimizi o kadar karartıyoruz ki korkuyla yaşıyoruz.
Pek çok kişi bırakın doğa sporlarını denemeyi, gittikleri işte, kurdukları hayatta başarısızlığa uğramaktan korkarak, pasif bir şekilde yapıyor. Bu kalın kabuğu kırmanın ilk yolu nedir sizce? Onlara nasıl başlamalarını tavsiye edersiniz?
İnsan vücudunun nasıl yüzde 70'i suyla kaplıysa bizim Türk insanının da yüzde 100'ü kaygıyla kaplı. Geçinemem, hastalanırım, çocuğuma bir şey olur vs. Sürekli kaygı. Aslında kaygılarımız, korku kaynaklı. Bu kaygıların hepsini yaşam alanımızın etrafını sarmış bir duvar gibi düşünün. Korktukça daralıyor. Yaşam alanı kalmıyor. Börtü böcekten ya da ayı kapar, kurt parçalar gibi öğrenilmiş korkulardan dolayı tabiatın güzelliğini algılamıyoruz. Aslında hepimizin geldiği yer orası. Bizi tamamlayan şey tabiattır. Toprak anadır, öğretendir. Ben çözemediğim bir sürü meseleyi bazen bir ağaca bakarken, bazen denizi seyrederken çözebiliyorum. Yaşamın sırrı doğada. Korku, kaygı insanı doğadan uzaklaştırıyor. Yüreği de betonlaşıyor. Gerçek bir ağaç yerine bir tablonun içindeki ağacı sevebiliyor. O ağacın gölgesinde durmamış, ağaca dokunmamışsak tablodaki ağaç da bize bir şey ifade etmez. Özümüzden uzaklaşınca yabancılaşmamız kaçınılmaz zaten. Yabancılaşınca korktuk, korkunca tutsak olduk.
Benim uzak durduğum ikinci şeyse "umut". Umut duygusunun toplumda afyon etkisi var. Mesajlarla da destekleniyor. Umut yerine inat ediyorum. Umudun faydasını görmedim. Hayal kurun tabii ki. Ama bunu umut etmek yerine olması için çalışın. Ben ayaklarımı kaybetmiş biri olarak bisiklete binmeyi umut etmedim. Çaba sarf ettim, emek harcadım. Hayal ettim, sayısız kez denedim. Bindim. Dalış rekoru kırmayı hayal ettim ve bunun için çok çalıştım. Oldu. Yani korkunun yerine cesareti koyalım, umudun yerine de inadı.
Cesaret nedir? Dünyada taklit edilemez tek şeydir. Ben de anormal derecede yükseklik korkusu var. Uçakta falan çok gerilirim. Her kayaya tırmandığımda mutlulukla birlikte o korku da durur. Elim ayağım titrer korkudan. Ama anladım ki Tanrı en güzel şeyleri korkunun birkaç adım arkasında tutuyor. Belki de o kayaya ilk değen insan eli sizinki? O kayaya tırmandığınızda göreceğiniz manzarayı başka bir yerden görmeniz mümkün değil.
İnsanı bir yere götüren ayakları değildir
Enkaz altından çıkmak gibi bir yanı mucize bir yanı travmatik çok şiddetli bir olayı atlatmışsınız. Ama dünyası başına yıkılan biri değil yeniden doğan biri olmayı seçmişsiniz. Bu çok güç aslında. Başa gelmeden anlamak da zor. Bunu nasıl başardınız?
Bu bir tercih. Anlamak için gerçekten dünyanın başınıza yıkılması gerekmiyor aslında. Zaten hiçbir sıkıntınız yokken omurganız dik bir şekilde hayata bakmanız yeterli. Eğer anı geçirmek yerine anı anlamlandırabilmişseniz, bu her şeyin üstesinden geldiğiniz anlamına gelir. İnsan hayatında, mihenk taşı da derler, belirleyici olaylar, kişiler vardır. Ben mesela Çanakkale'yi çok iyi anlamış biri olarak görüyorum kendimi. Çanakkale Savaşı da bir ulusun enkazın altından çıkışıdır. Kurtuluş Savaşı adı üzerinde öyledir. Böyle bir öndere, Atatürk'e sahip bir ulusun çocukları olarak hepimiz ayakta kalmayı gelenek etmiş insanlarız. Bir avucunuzu atalarınıza öbür avucunuzu yaşama tuttuğunuz zaman tercihiniz de netleşir. 22 yaşında ayaklarımı kaybettim ve bir yol ayrımına düştüm. “Ufuk” dedim “Ne yapacaksın?” “Hayat devam ediyorsa yaşayacaksın” dedim. Tercih bu. Aynı depremde iki bacağını kaybeden bir arkadaşımla olaydan altı yıl sonra karşılaştık. Ben kamptan dönüyordum. Bana sorduğu soru "Protez bacaklarla klozete oturuluyor mu?" oldu. İsterseniz evinize kapatırsınız kendinizi, odanızdan, yatağınızdan çıkmazsınız. Bu da bir tercih.
İnsanı bir yerden bir yere götüren ayakları değil. Yaşamın anlamlandırma gücü vardır. Güneş her sabah yeniden doğar ve başka doğar. Güneşin batışını seyredenler romantik bulurlar. Ama güç olan her sabah erkenden kalkıp güneşin nasıl doğduğunu izlemektir. Bunca kötülüğe, savaşa, kargaşaya rağmen dünya gerçekten güzel bir yer. Tadını çıkarmak da canlı canlı toprağa gömülmek de tercih meselesidir. Sadece evden çıkıp işine giden sonra evine gelen insan da engelli o zaman. Arka sokağına bakmazsa oradaki güzellikleri göremez ki. Bir fidan dikmemişse toprağa dokunmamıştır. Kafasını başka yöne çevirmeden başka bir insanı sevemez. Bunlar da dar, engelli, küçük dünyalar. Halbuki dünya kocaman. Gidilecek çok yer, tokalaşacak çok insan var. Ben böyle yaşayınca keyif alabiliyorum. Eğer böyle bakmasaydım suyun altında ayaklarımın yokluğunu hissetmeyeceğimi nasıl keşfederdim ki? Suyun altında istediğiniz her hareketi yapabilir, takla bile atabilirsiniz. Deniz beni tamamladı. Dalış yapmadan su altı belgeseli izleyerek bunu yaşayamazdım.