İstanbul’un sokak köpeklerinin hikayesini merak etmiş miydiniz? Edenler oldu ve bu konuda bir kitap yazıldı, bir de sergi hazırlandı. Bu eserlerden edindiğimiz bilgiye göre sokak köpekleri “dört ayaklı belediyeler” gibi çalışıyor, özgürlükleri insanların özgürlüğünün teminatı olarak görülüyordu...
Kentte sokak köpeklerinin yaşam alanı sıfır denecek kadar az. Barınaklar yetersiz, ormanlar (ki ağaçlar da azalıyor) şehirde istenmeyen ve terk edilen cins köpeklerle dolu. Kedilerden daha cüsseli oldukları için sokaklarda açık hedef olarak dolaşıyorlar. Canı isteyen taşlıyor, canı isteyen tekmeliyor, canı isteyen ayaklarını, kuyruğu kesiyor, canı isteyen işkence edip öldürüyor. Bu kadar korunmasızlar işte. Elbette onlara yardım eli uzatan, besleyen, kollayan insanlar da var. Ama sayıları köpeklerden nefret eden kalabalığa nispeten o kadar az ki...
"Bunları biliyoruz, bize başka bir şey söyle" diyenleri buraya alalım. Bu hep böyle değildi. Tarihte köpekler kentlerin, sokakların olmazsa olmazıydı.
İstanbul'un köpeklerinin hikayesiyle bundan birkaç yıl evvel, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nün Beyoğlu'nda açtığı Dört Ayaklı Belediye: İstanbul'un Sokak Köpekleri adlı sergide tanıştık. Sergiyi çoktan kaçıranlara iyi haberimiz şu, enstitü kitabını bastı.
Köpekler, İstanbul’un vatandaşları
Serginin küratörü Ekrem Işın, danışmanı Catherine Pinguet... 12 yıl İstanbul'da yaşayan Pinguet, Cihangir civarında sokakta halı satan ve akşamları da kedi ve köpekleri besleyen Osman Bey'le tanıştıktan sonra (Osman Bey hâlâ aynı enerjiyle devam ediyor) İstanbul’un köpekleri adlı kitabı, sergiden çok önce yazmıştı zaten.
Sergi, sokak köpeklerinin nasıl İstanbul’un vatandaşı olduğunu anlatıyordu: “Çünkü köpekler gündelik şehir hayatının boyutlarını insan modeline göre benimsemeyi başarabilen varlıklar. İnsanlarla ilişki kurabilen ilk hayvan türünü temsil etmelerinde içgüdüsel özellikleri önemli rol oynuyor ve toplu yaşama katılmalarını kolaylaştırarak aralarındaki dayanışmacı yapının güçlenmesini sağlıyor. Doğuya özgü sosyo kültürel etkenler de köpeklerin dünyasını kuşatan bir güvenlik çemberi oluşturuyor.”
Issız sokaklar köpeklere vatan oldu
Pek çok konuda olduğu gibi köpekler konusunda da elimizdeki kaynaklar sınırlı. Çoğunlukla Avrupalı gezginlerin notlarına dayalı. Chateaubriand, 1806’da çıktığı Paris-Kudüs yolculuğunun İstanbul durağında kenti üç özelliğiyle kategorize ediyor. Sokakların ıssızlığı, tekerlekli araçların azlığı ve köpek nüfusunun fazlalığı. Osmanlı insanına göre ev, ailenin kutsal yaşantısını güvenlik altına alıyor. Cami cemaatin kutsal inancını örgütlüyor. Pazar, çarşı ise çalışan insanın alın terini kutsal kazanca dönüştürüyordu.
Sadece barınma köpeklerin hayatta kalmasına yetmezdi. Bu noktada Müslümanlığın kurumsallaşmış merhameti sokak köpeklerinin güvencesi oldu. Evde beslenmesi ne kadar mekruh sayılsa da sokakta yaşamasına da o denli kolaylık gösterildi. Yaralı hayvanlar tedavi edilirdi. İçi saman dolu kulübeler ve mahalle aralarında su içmeleri için yalaklar yapılırdı. Bazı insanların bu aciz varlıkların beslenmesi için para vasiyet ettiğini de Gerard de Nerval 1843’te yazmış. O dönem merhamet duyularak yapılan yardımların sevap kazandırdığı hissi çok kuvvetli bir inanç olduğundan köpekler kendilerine daha özgür bir alan yaratmayı başarmışlar.
Batılılaşma rüzgarına karşı köpekler
Fakat dört ayaklı dostlarımız için işler iyi gitmemeye başladı. Önce Galata, Pera gibi azınlıkların yaşadığı bölgelerde köpekler yemek artığı bulmakta zorlandı. Çünkü istenmiyorlardı. Bu bölgenin canlı bir ticaret merkezi oluşu, sokaklarında elçilik ya da lüks binaların bulunması köpeklerin istenmemesine sebep oluyordu. Zehirleniyor ya da sandallarla karşı kıyıya atılıyorlardı.
1906’da bir toplu zehirleme vakasında toplumun alt kesiminden seyyar satıcı, hamal ve kahveciler zehirlenen köpeklere panzehir olarak yoğurt yedirmek isterken kendilerine yardım edildiğini anlamayan köpekler tarafından ısırılıp, zehir (sitriknin) nedeniyle hayatlarını kaybetti. (Beyoğlu’nda zehirleme yöntemi aslında 1996’da son buldu).
Hıristiyan kültüründe köpek mekruh sayılmasa da azınlıkların gündelik hayatlarını çok çabuk üreyerek zorlaştırıyorlardı. Avrupa kökenliler ancak cins köpekleri sahiplenip konutlarının bekçiliğini yaptırıyorlardı. Batı’da (Roma kültüründen bir gelenek) hayvanlar kafeslere kapatılıp gösterilere çıkarılıyordu… Doğu’da ise özgür vatandaşlar gibi yaşıyorlardı. O yüzden Osmanlı’yı ziyaret eden Avrupalılar başıboş köpek yoğunluğunu hep şaşkınlıkla karşıladılar ve bunu Doğu’ya özgü buldular.
Dört ayaklı belediyeler
Yine Avrupalı gezginlerin notlarına göre, İstanbul’da belediye örgütü olmadığı için köpekler belediye memuru gibi çalışıyordu. Halkın sokağa döktüğü yemek artıklarını yiyerek çevre temizliğini sağlıyorlardı. Gerçekte ise çöpe yemek atmak günah sayılıyordu ve yemek artıkları papara yapılarak köpeklere sunuluyordu. Köpeklerin diğer işlevi de özel mülkiyetlerin değil, kamusal mülkiyetin bekçiliğini yapmaktı. Yabancı biri ya da yabancı bir seyyar satıcı her istediği mahalleye giremiyor, girerse karşısında köpekleri buluyordu.
19. yüzyılda Osmanlı sokağa çıktıkça, sokağı benimsedikçe köpeklere yük gözüyle bakılmaya başlandı. Şehircilik, alt yapı tartışılıyor, belediye kurumsallaşıyordu. Köpek kalabalıklarıysa çağdaşlığa uzaklığı temsil etmeye başladı. Birkaç kez adalara sürgün edildiler ancak insanların tepkisi yüzünden geri getirildiler. Belediye memurları da üniformalarıyla iş başına geçince köpekler işsiz kaldı. 1910’da on binlerce köpek (İstanbul’un insan nüfusu henüz 1 milyon) ıssız Sivriada’ya sürüldü. Bu bir kıyım demekti çünkü adada yiyecek ve su yoktu.
Sonra bu kıyım hiç bitmedi aslında. Bugün de aynı sürgün anlayışı Belgrad ve Beykoz ormanları yönüne çevrilmiş durumda. Ayakta kalmaları için tek şans barınak görevlileriyle gönüllülerin onlara yiyecek götürmesi. Şimdilerde köpek sahiplenmek de moda olunca sokağa atılan köpeklerin sayısı artıyor.
Dört Ayaklı Belediye kitabında “Bir hayvan için neden bu kadar lakırtı?” diye soranlara Romain Gary’nin sözüyle cevap verilmiş: “Çünkü onların özgürlüğü benim özgürlüğümün teminatıdır.”