Müge Anlı'yla Tatlı Sert, Serap Paköz'le Gerçeğin Peşinde, Lütfiye Pekcan'la Yaşam'dan Hikayeler, Seda Sayan, Uğur Arslan'la Artık Susma, Balçiçek İlter'le Olay Yeri, Yasemin Bozkurt'la Hayatın Penceresinden, İnci Ertuğrul'la Kaybolan Çiçekler... Tüm bu programlar neden bu kadar çok tutuyor?
Türkiye televizyonunda gündüz kuşağında resmen bir devrin bittiğini ve yeni bir devrin başladığını söyleyebiliriz. Çünkü bundan önceki 10 yıllık sürede sadece evlendirme programları vardı. Zaten o devri kapatan da Resmi Gazete’de yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname ile Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun “Radyo ve televizyon yayın hizmetlerinde, arkadaş bulma amacıyla kişilerin tanıştırıldığı veya buluşturulduğu türden programlara yer verilemez" yasağı oldu.
Trendin ilhamı Müge Anlı
Peki ne oldu da izdivacın yerini kriminal aldı? 10 yıldır ekranda tek başına hafiyelik yapan, son sezonu da canlı yayında katil bir pedofile suçunu itiraf ettirerek kapatıp reytingler üstü bir başarıya imza atan Müge Anlı'nın çıkış noktası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Müge Anlı'nın formatı psikiyatrist, avukat ve adli tıp bilimcisi eşliğinde kaybolanları bulmak ve çözülmemiş cinayetleri aydınlatmak üzerine kurulu. Bu formatın bu kadar çok izleniyor olmasının sebebi polisiye sevdamız.
Neticede tüm dünyada William Shakespeare’in kitapları ve İncil’den sonra en çok, cinayet romanlarının kraliçesi Agatha Christie’nin kitapları satıldı. Baş karakteri dedektif Poirot öldüğünde gazetelere yas ilanları verildi.
Ama konu Türkiye olunca polisiye sevgisi kriterimiz de değişiyor. Şöyle ki Avrupa ve İskandinav ülkelerinde polisiyenin çok sevilmesinin ardında insanların paralı ve görece huzurlu hayatlarında hiçbir zaman cinayet, soygun, tecavüz gibi felaketlerle karşı karşıya gelmeyecekleri bilgisi var. Suç oranı az yani. Dolayısıyla bir cinayeti çözerken kendilerini dedektifin yerine koyup ipuçlarıyla bulmaca çözmenin keyfini yaşıyorlar.
Avrupa'da merak, Türkiye'de korku
Türkiye'de bu meraklı keyfin yerini korku alıyor. Çünkü suç oranı çok yüksek. Şehir hayatından sıkıldığınızı hissettiğinizde ya da emeklilik hayali kurduğunuzda taşınmak için aklınıza gelen şirin, doğal, sakin Anadolu köyleri, kasabaları Müge Anlı'nın programında küçük cehennemlere dönüşüyor. Çoğu yozluğun topluca üstünün kapatıldığına şahit olup şaşırıyorsunuz. Metropoller çok daha kötü. Çocuğunuzu okul servisine bindirip okula göndermenin rahatlığıyla televizyon başını geçip Müge Anlı'yı açınca bir çocuğun okul servis şoförü tarafından kaçırıldığını izliyorsunuz. Yani Avrupa'da okur, seyirci kendini dedektifin yerine koyarken Türkiye'de kurban ve yakınlarıyla özdeşlik kuruyor. "Çok şükür bu benim başıma gelmez" ile "Bu yarın, öbür gün benim de başıma gelebilir" arasında büyük bir coğrafi, demografik fark var.
Suç programlarının yararı var mı?
Endişe insanları tedbir almaya iten bir duygu. Bu programların varsa, en büyük yararı seyirciyi dikkatli olmaya çağırması. Akli dengesi yerinde olmayan bir yakınınızı ya da çocuğunuzu tek başına sokağa göndermemek, çocuğunuza yabancılarla nasıl mesafe kurması gerektiğini anlatmak, bir saldırıyla karşı karşıya geldiğinizde ya da tehdit edildiğinizde adli olarak takip etmeniz gereken süreci öğrenmek, kadınsanız, ekonomik özgürlüğünüz yoksa ve eşinizden şiddet görüyorsanız hangi haklara sahip olduğunuzu öğrenmek vs...
Bu arada da konu, televizyonun işlevine geliyor. Televizyon girmeyen ev neredeyse yok ve insanlar sabah sokakta gördükleri kırmızı bir arabanın öğlen televizyonda izlediklerinde çözülmemiş bir cinayetin gizemli bir parçası olduğunu öğrenerek ihbarda bulunabiliyorlar; ki polisin böyle bir imkanı yok.
Bir başka etkileşim de polisle ilgili. Geçenlerde Ege kırsalında 11 yıl önce öldürülen iki kız çocuğunun cinayeti bu kriminal programlardan birinde aydınlatıldı. Anlaşıldı ki 11 yıl önce alınan DNA raporunda bir sorun vardı. Yani programlardaki cinayetler medyatikleşince kolluk kuvvetlerinin üstünde de denetleyici bir rolü oluyor. Çoğunluğunun "karakolluk" olmaktan uzak durduğu bir ülkede emniyet yetkililerinin görevini nasıl yapması gerektiğine dair de farkındalığı oluyor.
Çocuklar olumsuz etkileniyor
Peki bu programların etkileşimi bu kadar masum mu son buluyor? Ortada yanıtlanması gereken sorular da var. Örneğin gündüz kuşağında kan göstermek toplumda nasıl bir ruh haline sebep olur? ABD'de yapılan bir araştırmaya göre bir çocuk 18 yaşını doldurduğunda 200 bini aşkın şiddet içerikli program veya film izlemiş oluyor. Uzmanlar şiddet barındıran içeriklere maruz kalan çocukların ileride kişilik bozukluğuna, içe kapalılığa ya da saldırgan davranışlara sahip olabileceği konusunda endişeleniyor. Aynı içerikli yayınlara maruz kalan yetişkinlerde şiddeti normalleştirip empati duygusunu kaybediyor.
Bir diğer soru işareti de izdivaç programlarının akıbetini kriminal programlarının paylaşıp paylaşmayacağı. Reyting kaygısı evlendirme programlarını ele geçirip ortaya casting adayları, kurgu ilişkileri çıkardığı için yasaklanmıştı. Tek kuşakta yarışan yedi suç programı reyting kaygısıyla nasıl mücadele edecek?