24 Kasım, Öğretmenler Günü ancak bu yıl her zamankinden farklı kutlanıyor!
Öğretmen olmak herkesin harcı değil, bunu kabul etmek gerekiyor. Öncelikle müthiş sabır istiyor, sonra anlayış, şefkat… Bu yıl ise öğretmenler bir de COVID-19 süreciyle uğraşmak zorunda kaldı. Aylarca öğrencilerine uzaktan eğitim verdiler. Evlerinin bir odasını dershane gibi kullanmak zorunda kaldılar. Üstelik çok da hazırlıksızdılar, kimi sistemi öğrenmekte zorlandı kimi yeni bilgisayar almak zorunda kaldılar.
Öğrencilere sınıfta ders anlatmak söz dinletmek kolaydı belki ama eğitim uzaktan olunca, akıllarına gelmeyen başlarına geldi: Ders dinleyeceğine online oyun oynayanlar, kamerasını açmayanlar, bilgisayarı sanki ders dinliyormuş gibi açık bırakıp televizyon karşısında vakit geçirenler, öğretmenin sorduğu sorular için cep telefonundan interneti karıştıranlar, mikrofonu kapatıp klavye başında uyumaya devam edenler… Yetmez gibi bütün bu süreçten sanki öğretmenler sorumluymuş gibi çocuğunun geri kaldığını söyleyip öğretmenleri suçlayan veliler… Üstelik bunlar bizim bildiklerimiz, bilmediğimiz neler yaşadılar kim bilir!
Aynı süreç, farklı deneyimler
Bu noktadan itibaren, sözü öğretmenlerimize bırakmak gerekiyor. Hamza Güler, İstanbul’daki bir özel okulda coğrafya öğretmenliği yapıyor. Öğretmenliğin temel kuralını iletişim olarak tanımlayan Hamza Güler, öğretimin sağlıklı hale gelebilmesi için eğitim tabanlı olması gerektiğine dikkat çekiyor. Ya pandemi sürecinde eğitim ve öğretim? “Yaşadığım en önemli sıkıntı, sürecin çok ani olması ve hızlı bir şekilde online eğitime geçmek oldu. Yabancısı olduğumuz çevrimiçi eğitimi çok kısa zamanda öğrenip derslere başlamak çok yorucu oldu. Eve kapanan aile ve öğrencilerimizin bozulan ruh halleri derslere yansıdı. Öğrencilerimiz derslere girmek istemediler. Bizler de her sabah onları arayıp derse girmeleri için ikna etmeye çalıştık” diyerek süreci özetliyor.
Kendi kendine konuşur gibi…
Peki, bireysel olarak ne gibi sıkıntılar yaşadılar? Hamza Güler, “Yaşadığım en büyük sorun öğrencilere soru sorduğunuzda cevap alamamak oldu. Ya da öğrenciler kamerayı açmayınca çoğu zaman kendi kendime ders anlatıyorum hissine kapıldım. Sürekli, ‘Ne olacak acaba? Nasıl olacak? Sınavları nasıl yapacağım? Acaba maaşım yatar mı yatmaz mı?’ gibi birçok düşünceyle savaşmak zorunda kaldım” diye durumu özetliyor. Hamza Güler, bekar bir öğretmen. Online dersleri ailesinin evinden vermiş. Başına gelen ilginç şeyler de olmuş bu süreçte: “Kendi ailemle yaşadığımdan dolayı çevrimiçi dersler epey çetrefilli geçti. Bir keresinde canlı dersteyken, annemin ‘Oğlum, kahvaltı hazır’ diye seslenmesi öğrencilerin kahkahalarını da beraberinde getirmişti” diye anlatıyor.
Pandemi ve dershane öğretmenliği
Ercan Günay, özel bir dil kursunda İngilizce öğretmeni olarak çalışıyor. Kursun önce kapanıp sonra açılması bir yana yaz aylarında maskeyle ders anlatmanın da tüm zorluklarını yaşamış. Virüs dolaşımı olmasın diye dershanede klimalar açılmamış; açılan pencereler ve kapı ise dersliği gürültüye boğduğu için aynı şeyleri tekrar tekrar anlatmak zorunda kalmış. “Maskeyle konuştuğumuzda anlama güçlüğü başka bir problem. Konu İngilizce olunca maskeden boğulan sesiniz net anlaşılamıyor. Dolayısıyla bazı şeyleri iki üç kez tekrarlamak zorunda kaldık. Gergin bir ders ortamı, herkesin birbirinden çekinmesi söz konusuydu ve bu duruma kolay alışamadık” diyor.
Pandemi süresince yabancı dil öğretmenliğinin zorluklarını da anlatıyor: “Online ve fiziksel karma sınıflarda ise bir taraftan fiziksel ders alan öğrencilere öte yandan online ders alan öğrencilere yetişmek zorunda kaldık. Örneğin, aynı anda ayrı mekanlarda bulunan öğrencilerle dinleme (listening) alıştırması yapıyorsunuz. Öğrencilerin cevaplarını dinlemek, birbirleriyle eşli diyalog yapmalarını sağlamak, cevapların doğruluğunu kontrol etmek işleri iyice yorucu ve kontrolü zor hale getirdi. Başka bir branş öğretmeni için durum farklı olabilir ancak pandemi sürecinde hem online hem fiziksel bir sınıfta yabancı dil öğretmenin de öğrenmenin de çok zor olduğunu düşünmeye başladım” diyor.
Hangi program, hangi donanım?
Tuğçe Kandemir, İstanbul’daki özel bir lisede matematik öğretmeni. Henüz dört yıllık öğretmen ve mart ayından beri bambaşka bir tecrübe yaşıyor. Tuğçe Kandemir ve meslektaşları, uzaktan eğitime geçilmesiyle birlikte önce telaşlanmışlar. “Hangi video konferans programını kullanmalıydık? Hangi Web 2.0 araçları ile dersimizi desteklemeliydik? Donanım olarak nelere ihtiyacımız vardı? Hepimizin aklında bambaşka sorular vardı. Matematik dersi bir sunu üzerinden sözle anlatılamayacağından yazmak için grafik tablet veya kalemli bir tablete ihtiyacımız vardı. Herkes bütçesi el verdiğince grafik tablet veya tablet satın almak durumunda kaldı. Geç gelen kargolar ve yavaşlayan internet bağlantılarımıza rağmen nisan ayında uzaktan eğitime başladık” diyerek süreci anlatıyor.
Öğrencilerin de kaygıları var
Tuğçe Kandemir, yeni eğitim-öğretim yılıyla ilgili olarak da şunları söylüyor: “Hazırlık ve 12’nci sınıfların yüz yüze eğitime başlaması ile hayatımıza giren bir diğer kavram da ‘hibrid eğitim’ oldu. Flipboard, bluetooth kulaklık, tablet ve bilgisayarı aynı anda kullanmayı gerektiren bu sistem ile ‘Dersimi nasıl en iyi şekilde anlatırım?’ sorusu, yerini ‘Teknik bir sorun yaşadığımda nasıl hemen çözerim?’, ‘Online bağlanan öğrencilere mi yoksa sınıftaki öğrencilere mi yönelmeliyim?’, ‘Acaba öğrencilerde COVID-19 var mıdır?’, ‘Online bağlanan öğrenciler beni net duyabiliyor mudur?’ gibi sorulara bıraktı.”
Tuğçe Kandemir, yaşananlarla ilgili olarak duygularını da şöyle dile getiriyor: “Bu süreç öğrencileri psikolojik olarak olumsuz etkiledi. Okulu sevmeyen öğrencilerimin bile okulların açılmasını dört gözle beklediğini biliyorum. Hepsinin sağlıklarına, sevdiklerine ve geleceğe dair kaygıları var. Onları motive etmeye çalışıyorum. Bu bazen bir müzikle, bazen de bir sohbetle oluyor. Onlar da biz öğretmenlerin neler yaşadığının farkında. En son bir grup öğrenci, dersin sonunda ‘Çok sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz ama derslerimiz çok güzel gidiyor. Emekleriniz için çok teşekkür ederiz’ dedi. Böyle cümleler aylardır gösterdiğimiz çabanın karşılığı oluyor ve ‘İyi ki öğretmenim’ dedirtiyor.”
İşçileşmiş öğretmenler
Seçkin Altun, İstanbul’daki bir özel okulda lise İngilizce öğretmeni… Yaşadığı süreç, onun gelişmelere son derece farklı yaklaşmasına sebep olmuş. “Geçmişten günümüze öğretmenlerin mesleki yaşamlarında hem maddi hem manevi hak gaspları olduğunu düşünüyor ve hissediyordum. Pandemi süreciyle bu durum derinleşti, diyebilirim. Öncelikle öğretmenler işçileşmiş durumda ve sanki fabrika üretiminde önüne düşeni yapan çalışanlar gibiyiz. Son zamanlarda öğrencilerle bağımız o kadar kuvvetli değil. Onların eğitimi gibi konularda özenli davranamayabiliyoruz. Bu durum bir taraftan bizi üzerken ‘Bu işi tam da bu sebeplerden tercih ettim, kendime yabancılaşıyorum’ derken, bir taraftan da çaresiz kabullenebiliyoruz” diyerek öğretmenlikle ilgili ideallerini, mesleğin içinde yer alınca nasıl sorgulamaya başladığını dile getiriyor.
Öğretmenliğin değeri…
Seçkin Altun’un, pandemi süreciyle ilgili söyledikleri de çarpıcı: “Pandemide birçok çalışanın yaşadığı durum KÇÖ’ye başvurulması… Evet, kısa çalışma mantığını anlıyoruz ama tam zamanlı çalışırken eksik ya da sigortasız çalışmayı kabul edemiyoruz. Sürekli süresi uzatılıyor. Maaşlarımız da elden verilebiliyor. Salgın koşulları gözetilmeyen okullarda, kalabalık içerisinde çalışmak zorunda kalıyoruz. MEB’in denetimi de oldukça yanlı. Örneğin, ara sınıflar yasal olmayan şekilde okula getirtiliyor. Şikayet edildiğinde gelen MEB görevlisine karşı yalancı şahitlik yapmamız istenebiliyor, itiraz ettiğimizde ise ismimiz bir deftere tehdit edilmek için not alınıyor. Ya kabul edersiniz ya da mobbing yaşayacağınızı bilirsiniz... Bu hallere bir süre sonra şaşırmamak da sanırım en acı tarafı.” Seçkin Altun, Öğretmenler Günü ile ilgili olarak da “Kimsenin değer vermediği bir mesleğe kendimiz değer veriyoruz diyelim… Ki ben hala işimi ne yazık ki seviyorum” diyor.
Zamansız emeklilik
Rabia Gerdan, pandemi süreci başladığı sırada İstanbul’un Kadıköy ilçesinde bir ilkokulda ikinci sınıfların öğretmeniydi. Aldığı sınıfı ilkokuldan mezun etmeyi ilke edinen Rabia Gerdan, bu kez ilkelerinden ödün vermek zorunda kaldı. “Ben bu devrin öğretmeni olmadığıma karar verdim” diyor anlatırken. “Bir anda ‘online derslere geçilecek’ dendi. Hazırlıksızız, o laptopları nasıl kullanacağımızdan bile emin değiliz. MEB de çok hazırlıksızdı, son derece düzensizdi her şey. Ders başlıyor diye ekran karşısına geçiyorsun, bir anda sistem çöküyor. Çocuklar ayrı bizler ayrı bizim yaptığımız bir yanlış yüzünden oldu zannediyoruz. Bağlantı sorunları insanı bezdirecek kadar çoktu. Sonunda çocuklardan sadece EBA TV’yi izlemelerini istedim. Orada ne anlatılıyorsa, çocukları o kadarından sorumlu tuttum. Fazladan bir şey öğretemedim. Uzaktan eğitim zaten ilkokullar için çok zor. Tahtaya yazamıyorsun, sınıf içi disiplin kuramıyorsun, ne yapacağını bile bilmiyorsun. Başka sitelerden yardım almaya başladık bir süre sonra. Sonra da dediğim gibi, ‘Ben bu devrin öğretmeni değilim’ deyip emekliliğimi istedim. Yalnız ben tek değildim; o kadar çok öğretmen aynı gerekçelerle emekliliğini istedi ki…” diyerek aslında pandemi sürecinin, eğitim camiasının bel kemiği sayılan tecrübeli öğretmenlerimizi de elimizden aldığını vurguluyor.
Açılmayan kameralar
Elif Yaşar, iki çocuk annesi. Ortaokul Türkçe öğretmeni. Tıpkı Rabia Gerdan gibi o da sürece uyum sağlamakta zorlandığını, klasik sistemin uzaktan eğitime uygun olmadığını anlatıyor. “Sınıftaki gibi değil ki. Uzaktasın, ekranda bir görüntüsün, bir yaptırımın yok, ağırlığın yok. ‘Evladım, ekranın niye kapalı, açsana’ diyorsun, ‘Kameram yok’ diyor çocuk. Çoğunun kamerası yok, mikrofonu yok. Bazıları da ‘yok’ diyor ama var tabii. Arkadaşına bakıp, ‘demek kamerasız da, mikrofonsuz da oluyor bu ders’ diye açmıyor. Cep telefonundan bağlanıyorlar, ekran küçük, gösterdiğinizi anlamıyorlar. Ne dinlediler ne kadar anladılar, hiç emin değilim” sözleriyle online eğitimin yüz yüze eğitimle kıyaslanamayacağını anlatıyor.
Pandemi sürecinde unutamadığı iki şey de yaşamış Elif Yaşar. “Dersteyiz, öğrencilerimden birinin ağabeyiydi sanırım, çocuğun yanına geldi. Şöyle bir ekrana baktı ve çaaat diye başına bir tokat attı. ‘Ders çalışsana sen, gelmiş burada film seyrediyorsun’ dedi. Ekrandan bağırıyorum ‘Dersteyiz biz, kardeşini rahat bırak’ diye duymadı bile. Ne acı ki online ders nedir, aileler de algılayamadı. Bir keresinde de dersin ortasında, mutfaktan müthiş bir gürültü geldi. Her şeyi öylece bırakıp içeriye koştum. Küçük kızım, tencerelerin durduğu dolabı karıştırıyormuş. En alttakini çekince, hepsini aşağı indirmiş. Çelik tencerenin biri başına denk gelmiş. Alnında yumru ile dolaştı bir süre” diyor.
Anne öğretmenler çok zorlandı
Elif Yaşar, anne ve öğretmen olmanın, evden öğretmenlik yapmanın işini çok çok zorlaştırdığını da söylüyor: “Öğrencilerin için derse hazırlanacaksın, çocuklarına yemek yapacaksın, banyo yaptıracaksın, onlarla oyun oynayacaksın, konuşacaksın, ilgileneceksin, evi temizleyeceksin bir de üstüne ev halkını pandemiden koruyacaksın. Küçük kız dört yaşında, büyüğü 10 yaşında. Çok zaman çocuğu çocuğa emanet edip derse oturdum. Babamız işe gidiyor, akşam eve gelince bir de onu takip ediyordum, ‘ellerini yıka, maskeni çöpe at, giysilerini şuraya bırak’ diye… Bu yıl ise bir yığın belirsizlik. Açıldı, açılmadı, hibrid eğitim, bu hafta online, sonraki hafta çocuklar okula gelsin, sonra pandemi yayılıyor, yıl sonuna kadar yine online… Ben, yetkililerin her şeyi ama her şeyi göze alıp, halkın da önceden hazırlanması için bir gün tayin etmesini sonra da mazeretsiz 15-20 gün herkese sokağa çıkma yasağı uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ülkede eğitim başta olmak üzere tüm altyapı ağır darbe aldı ve alıyor. Bunu, ülkenin geleceği için tehlikeli görüyorum” diyor.
Neden 24 Kasım?