İnsanoğlu, evrenin derinliklerinde yaşamın izlerini aramaya devam ediyor. En yakın olasılık ise Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerde…
Bizlere yuva olan ve yaşam olanağı sunan gezegenimiz, yine bizlerin yüzünden iklimsel kaynaklı sorunlar yaşıyor. Bilim insanları da hem bu nedenle hem de insanın bitmek bilmeyen merakı sebebiyle yaşanabilir gezegenlere dair arayışta. Elbette baktıkları ilk yer ise Güneş Sistemi’ndeki komşularımız oluyor. Şimdi bu gezegenlere, uydularına ve buralardaki bulgulara yakından bakalım.
Venüs: Son dönemde Venüs üzerine yoğunlaşan bilim insanları, gezegende yakın zamanda fosfin ve amonyak gibi elementler keşfettiğini duyurdu. Güneş Sistemi'nde ikinci sırada yer alan ve yüzey ısısı açısından en sıcak gezegen olan Venüs’te ortalama yüzey sıcaklığı 460 dereceyi buluyor. Ancak bu aşırı sıcak koşullara rağmen, Venüs'ün atmosferinin derinliklerindeki bulutlarda yaşam belirtisi olabilecek fosfin (PH₃) ve amonyak (NH₃) gibi kimyasal bileşiklerin varlığı saptandı. Fosfin, Dünya’da genellikle biyolojik süreçler sonucunda oluştuğundan Venüs’te de benzer bir biyolojik süreç olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor. Bu keşif ile Venüs'ün atmosferinin üst kısımlarında, yüzeye kıyasla daha ılıman koşulların olabileceği ve burada mikrobiyal yaşamın var olabileceği düşünülüyor. Venüs'ün sert yüzey koşulları ve atmosferdeki yüksek asidite, bu yaşam formlarının farklı bir biyokimyasal yapıya sahip olmasını da gerektirebilir.
Mars: Uzun yıllardır yaşam arayışının odak noktası olan, Güneş Sistemi’nin komplo teorilerinde başroldeki gezegeni Mars, Kızıl Gezegen olarak da anılıyor. Bilim insanlarına göre Mars’ın yüzeyinde ve altında sıvı su izlerinin bulunması, bir zamanlar Mars'ta yaşamın var olabileceği ihtimalini güçlendiriyor. Mars yüzeyinde, metan gazı gibi biyolojik kökenli olabilecek kimyasal izlere de rastlandı. Mevsimsel olarak değişim gösterebilen bu izler, yer altındaki yaşam formlarının bu gazı üretiyor olabileceğini düşündürüyor. Mars’ta keşfedilen özellikle Gale ve Jezero Krateri gibi bölgeler, geçmişte suyun bulunduğu ve dolayısıyla yaşamın barınabileceği yerler olarak kabul ediliyor. 2020'de NASA’nın Mars görevleri kapsamında Kızıl Gezegen’e gönderilen Perseverance Gezgini, bu bölgelerde organik bileşikler ve mikrobiyal yaşam izleri aramaya devam ediyor. Dünya’nın gözü kulağı Mars’tan gelen haberlerde….
Europa: Jüpiter'in uydusu Europa da yaşam olasılığı açısından en dikkat çeken yerlerden biri. Kalın bir buz tabakasıyla kaplı olan bu uydunun yüzeyinin altında devasa bir sıvı su okyanusunun var olduğu düşünülüyor. Europa’nın iç ısısı ve buradaki gelgit hareketleri, bu okyanusun donmasını engelleyerek biyolojik süreçler için uygun bir ortam yaratabilir. NASA’nın dünya dışında yaşam arama çalışmaları kapsamında bu yıl devreye aldığı Europa Clipper misyonu da bu okyanusun kimyasal bileşimini ve potansiyel yaşam izlerini incelemek amacıyla çalışacak. Bu misyon, Europa’da mikrobiyal yaşamın var olup olmadığını keşfetmek açısından son derece önemli bir adım olarak kabul ediliyor.
Enceladus: Satürn'ün küçük ama dikkat çekici uydusu Enceladus, uydunun yüzeyinin altındaki okyanuslardan uzaya su buharı ve buz fışkırtmaları ile tanınıyor. Bu fışkırtmalar, suyun yanı sıra organik bileşenler ve hidrojen gibi yaşamın varlığını destekleyebilecek unsurlar da taşıyor. Cassini uzay aracının bu fışkırtmalardan aldığı örnekler incelendiğinde organik moleküller tespit edildi. Enceladus’un okyanusunun derinliklerinde hidrotermal bacaların bulunduğu ve bu bölgelerde yaşamın barınabileceği olasılığı üzerinde duruluyor.
İlk etapta Venüs, Mars, Europa ve Enceladus gibi gezegenler ve uydulardan elde edilen veriler, Güneş Sistemi içinde yaşam olasılığını güçlendiriyor. Bu gök cisimlerinde yaşama dair yapılan her yeni keşif bizlere evrende yalnız olup olmadığımız sorusunu bir kez daha hatırlatıyor.
Bonus: Sistemin dışında başka bir sistem
Öte yandan evrende yaşam arayışı Güneş Sistemimiz ile sınırlı değil elbette. Astronomlar, Dünya'dan 100 ışık yılı uzakta, milyarlarca yıldır değişmemiş altı gezegenden oluşan bir başka güneş sistemi keşfetti. Keşifle ilgili araştırma bilim dergisi Nature'da yayımlandı. Makaleye göre bu yeni keşfedilen güneş sistemi, bilim insanlarına yaşam barındırma ihtimali olan gezegenleri inceleyebilmeleri için ideal şartlar sunuyor. Sistemin merkezindeki HD110067 yıldızı etrafında dönen gezegenlerin hepsi hemen hemen aynı büyüklükte. Gezegenler yaklaşık 12 milyar yıl önce oluşmuş. Bu gezegenlerin oluşumlarını gözlemlemek mümkün çünkü gezegenlerin başlangıçları kaotik değil ve oluştuklarından bu yana gezegenler çok az yapısal değişiklik geçirmiş. İlaveten Güneş Sistemimizdeki gezegenlerin bağlantısız yörüngelerinin aksine, bu sistemdeki gezegenler senkronize hareket ediyor. Örneğin HD110067 yıldızına en yakın gezegen, yıldız etrafında üç kez dönerken bir sonraki gezegen iki kez, sonraki bir kez dönüyor. Bilim insanlarının verdiği bilgiye göre “dördüncü gezegenden itibaren gezegenler birbirleriyle 4:3 oranında göreceli yörünge hızıyla dönüyor”.
Biliniyor ki bizim Güneş Sistemimiz oldukça "yıkıcı ve şiddetli" bir süreçle oluşmuştu. Gezegenler oluşurken bazıları birbirine çarpmış, yörüngelerini değiştirmiş. Güneş Sistemimizde bir yandan Jüpiter, Satürn gibi dev gezegenler oluşurken Dünya gibi daha küçük boyuttaki gezegenler de şekillenmiş.
Uzay araştırmaları ve uzayda yaşam arayışına dair gerçekleştirilen misyonlar, “Evrende yalnız mıyız?” sorusunun cevabını bulma yolunda insanlığa büyük umutlar vaat ediyor. Önümüzdeki yıllarda bu gezegenlere ve uydulara yönelik yapılacak araştırmalar, yaşamın yalnızca Dünya ile sınırlı olup olmadığını anlamamızda kritik bir rol oynayacağa benziyor.