Kadın hakları mücadelesinin tarihsel yolculuğu

Kadın hakları mücadelesinin tarihsel yolculuğu

Tarihi, emek üzerine bina edilen mücadelenin bizlere mirası 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü… Bu özel günün anısına kadın hakları mücadelesinin geçmişten günümüze aldığı yola odaklanıyoruz.  

“8 Mart” günü, dünya genelinde kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalığı artırmak, kadınların ekonomik, sosyal ve siyasal haklarını savunmak amacıyla 1910 yılından bu yana kutlanan uluslararası bir gün. 8 Mart'ın kökeni, 1857 yılında ABD'nin New York kentinde tekstil işçisi kadınların, daha iyi çalışma koşulları ve eşit ücret talebiyle yaptıkları grevlere dayanıyor. Ancak gerçek anlamdaki dönüm noktası, 1910 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda alınan kararla oluyor. Alman sosyalist lider Clara Zetkin, kadın haklarına dikkat çekmek için “uluslararası bir kadınlar günü” ilan edilmesini öneriyor ki bu fikir kabul görüyor.

Acı simge Triangle yangını

Bundan sadece bir yıl sonra 1911’de Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yaşanan Triangle Gömlek Fabrikası Yangını bu günün sembollerinden biri haline geliyor. New York'taki fabrikada çoğunluğu göçmen kadınlardan oluşan yaklaşık 146 işçi hayatını kaybediyor. Ölenlerin çoğu, hırsızlık ya da işten kayırma gibi gerekçelerle işverenleri tarafından içeride kilitli tutulan kadın işçiler oluyor. Bu trajedi, işçi hakları konusunda büyük bir farkındalık yaratıyor ve olaydan sonra ABD'de işçi haklarını savunan sendikalar güç kazanıyor. Böylelikle iş yerlerinde güvenlik önlemlerinin artırılması için yeni yasalar çıkarılıyor.

Antik Mısır’ın “en güzel kraliçesi” olarak anılan Nefertiti, ülkenin yönetiminde söz sahbi olmuş güçlü bir kadındı.
Antik Mısır’ın “en güzel kraliçesi” olarak anılan Nefertiti, ülkenin yönetiminde söz sahbi olmuş güçlü bir kadındı.

Kadın haklarının tarihsel süreci

Tarihi, emek ve haklar üzerine bina edilen bir mücadelenin mirası bugünlere 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü adıyla taşınsa da günümüzde eşitlik arayışı sürüyor. Öyle ki kadın hakları konusu bugünün meselesi olmayı, dünya kültürlerinin tarihinde farklı dönemlerde ve farklı bölgelerde öne çıkmasına borçlu.

Modern anlamda kadın haklarının bir toplumsal hareket olarak belirginleşmesi 18’inci ve 19’uncu yüzyıllara tarihleniyor ancak konu kadim zamanlardan bu yana masada. Antik zamanların en güçlü topluluklarından Antik Mısır’ın insanları da konuya kafa yormuş. Antik Mısır, kadınların görece en fazla hakka sahip olduğu antik toplumlardan biriydi. Antik Mısır’ın kadınları mülkiyet hakkı kapsamında miras yoluyla veya satın almak suretiyle mülk edinebiliyordu. Kendi namlarına sözleşmelere imza atabiliyor, ticaret yapabiliyor mahkemeye başvurabiliyorlardı. Evlilik sırasında eşler arasında bir tür mal rejimi uygulanırdı. Boşanma durumunda kadın, evliliğe getirdiği malları ve boşanma tazminatını alabiliyordu. O dönemlerde, ünleri bugünlere de ulaşan Kraliçe Nefertiti ve Hatşepsut gibi güçlü kadınlar, yönetimde söz sahibi olmuş ve firavun unvanını dahi taşımıştı. Tüm bu inisiyatiflere rağmen kamu yönetimi ve dini görevlerin çoğu erkekler tarafından yürütülüyordu.

Antik Yunan'a gelindiğinde özellikle Atina gibi şehir devletlerinde kadınlar, oldukça sınırlı haklara sahipti. Kadınların buralarda özellikle siyasi hakları yoktu. Oy kullanamaz, kamu görevlerine atanamaz veya mahkemede kendi davalarını savunamazlardı. Genellikle ev içinde kalmak zorunda olan kadınlar, ev işleri, çocuk bakımı gibi roller üstleniyordu. Evlilikte ise karar alma konusunda kadınlar "kyrios" adı verilen baba, kardeş veya koca gibi bir erkek vasiye bağlıydı. Mülk sahibi olamazlardı. Tüm mal varlıkları, erkek vasileri tarafından yönetilirdi.

Sparta gibi küçük ve bazı istisnai şehirlerde ise kadınlar çok daha özgürdü. Mülk edinebiliyor, spor yapabiliyor ve daha bağımsız bir yaşam sürebiliyorlardı. Çünkü Spartalılar, çocukluklarından itibaren bağımsız ve güçlü bireyler yetiştirmeye önem veriyordu.

Roma’da ise kadınların Antik Yunan’a göre çok daha geniş hakları vardı ama yine de bu haklar erkeklerin gerisindeydi. Roma kadınları miras alabilir ve mülk sahibi olabilirdi. Özellikle MS birinci yüzyıldan itibaren annelik ekonomik haklara ulaşma açısından bir statü olarak görülüp avantaj kabul edilmişti. Üç veya daha fazla çocuk sahibi olan kadınlar, "univira" statüsü kazanarak erkek vesayetinden kurtulabilirdi. Buna uygun olmayan evli kadınlar "manus" denilen evlilik türüne göre ya eşlerinin otoritesi altında ya da kendi ailelerinin vesayetinde kalabiliyordu.

Hukuki alanda ise kadın, mahkemede dolaylı yoldan ve genellikle de erkek bir akraba aracılığıyla temsil ediliyordu. İmparatorluk döneminde Julia Domna ve Agrippina gibi bazı kadınlar, perde arkasında güçlü politik roller üstlenmişti.

Ressam Maître François (1462-1480) tarafından yorumlanan evde ipek eğiren kadınlar.
Ressam Maître François (1462-1480) tarafından yorumlanan evde ipek eğiren kadınlar.

Orta Çağ ve feodal dönemde kadının yeri

Avrupa'da kadınlar genellikle ikinci planda tutuluyordu ve toplumsal roller ev işleriyle sınırlıydı. Bu dönemde kadınların dini ve akademik alanlarda etkin olması ise büyük ölçüde kısıtlandı. Orta Çağ Avrupa’sında kadınlar büyük ölçüde paternalist (erkek egemen) bir toplumun parçasıydı. Feodal yapı, kadınların rollerini genellikle aile içindeki konumlarıyla sınırlıyordu. Ancak sınıfsal farklılıklar, kadınların haklarını ve sorumluluklarını etkileyebiliyordu. Soylu ve aristokrat kadınların avantajlı olduğu ortadaydı. Soylu kadınlar, feodal düzenin bir parçası olarak siyasi ve ekonomik ittifaklar sağlamak için evlendirilirdi. Evlilik genellikle bir mülk anlaşmasıydı ve kadının toprakları, kocasının yönetimine geçerdi. “Kale Hanımları” diye anılan kesim ise kocaları savaşta veya başka görevlerdeyken kalelerin yönetiminden sorumlu olabilen soylu kadınlardı. Bu kadınlar ekonomik işlerle ilgilenebilirdi. Bazen Eleanor of Aquitaine gibi güçlü kadınlar, devlet işlerine doğrudan müdahil olmuş ve etkili roller üstlenmişlerdi ancak bu nadirdi. Köylü kadınlar ise tarla işlerinde çalışmanın yanı sıra yemek yapmak, iplik eğirmek ve çocuk bakmak gibi görevlerle meşguldü.

Feodal sistemde kadınlar, çoğunlukla toprak sahibi olamazdı ve kocalarının veya erkek akrabalarının otoritesi altında yaşardı. Ancak kocasını kaybeden bir kadın, "dul hakkı" sayesinde geçimini sağlayacak küçük bir mülke sahip olabilirdi.

Kadınlar birçok alanda olmasa da vergi ödeme konusunda erkeklerle eşit tutulurdu! Tıpkı erkekler gibi feodal beylerine vergi ödemek zorundaydılar; kişisel özgürlükleri de ciddi biçimde kısıtlıydı.

1098-1179 yılları arasında yaşayan Alman rahibe Hildegard von Bingen bu dönemde edebi ve bilimsel çalışmalar dahi yapabilmiş döneminin öncüsü bir kadın.
1098-1179 yılları arasında yaşayan Alman rahibe Hildegard von Bingen bu dönemde edebi ve bilimsel çalışmalar dahi yapabilmiş döneminin öncüsü bir kadın.

Kilise ve dini alanda kadınların yeri

Orta Çağ Avrupası denildiğinde akla gelen manastırlar ve onların ayrılmaz parçası rahibeler… Manastır yaşamı, hayatını inançlarına vakfetmiş kadınlara eğitim alma ve yazı yazma gibi fırsatlar sunuyordu. Özellikle Hildegard von Bingen gibi rahibeler bu dönemde edebi ve bilimsel çalışmalar dahi yapabilmiş. 1098-1179 yılları arasında yaşayan Alman rahibe; yazar, filozof, besteci, mistik ve tıp bilginiydi. Kendi zamanının çok ötesinde bir figür olan Hildegard von Bingen, yalnızca dini yönüyle değil, sanat ve bilimdeki katkılarıyla da öne çıktı. Ancak tabii ki istisnalar kaideyi bozmuyordu. Kilise o dönemde kadınları genellikle “Günahkar Havva” veya “Masum Meryem Ana” olarak damgalıyor ve iki uç noktada konumlandırıyordu. Bu da toplumsal algıyı şekillendiriyor ve kadınların özgürlüklerini sınırlıyordu.

O dönemde kadınlar genellikle yasal temsil hakkına sahip değildi mahkemede bir erkek akrabanın ya da kocasının kadının adına konuşması beklenirdi. Bu dönemin en kara geleneği ise ne yazık ki etkileri günümüze uzanan cadı avları idi… Orta ve geç Orta Çağ döneminde, özellikle 15’inci yüzyıldan itibaren kadınlar cadılık suçlamalarıyla hedef alındı; birçok masum kadın, toplumsal korkular ve batıl inançlar nedeniyle cezalandırıldı, hayattan koparıldı.

Aydınlanma çağında kadın haklarının ilk kıvılcımları

Aydınlanma Çağı, 17’inci ve 18’inci yüzyıl bireysel haklar, özgürlükler ve akılcılığın ön plana çıktığı bir dönem olsa da bu çağda da kadınlara yönelik ayrımcılık sürüyordu! Özgürlük söylemleri başlangıçta erkekleri kapsıyordu ve kadınların hakları büyük ölçüde göz ardı edilmişti.

Tam da bu noktada itirazı olan Mary Wollstonecraft, 1792'de yayımladığı “Kadın Haklarının Savunusu (A Vindication of the Rights of Woman)” adlı eserinde, kadınların erkeklerle eşit eğitim haklarına sahip olması gerektiğini savundu. Ona göre kadınlar doğuştan zayıf değildi, sadece toplum tarafından bu şekilde yetiştiriliyordu. Wollstonecraft, kadınların birey olarak görülmesi ve eşit yurttaşlar olarak yetiştirilmesi gerektiğini özellikle vurguladı. Bu eser, modern feminist hareketin temel taşlarından biri olarak kabul edildi.

1850’lerde Florida’da düzenlenen kadın yürüyüşlerinden bir fotoğraf.
1850’lerde Florida’da düzenlenen kadın yürüyüşlerinden bir fotoğraf.

19’uncu yüzyıla gelindiğinde kadın hareketleri görünür olmaya başladı. Kadınların kamusal alanda artan varlığı; örgütlü hak taleplerini de beraberinde getirdi. 1848 yılında ABD’nin New York eyaletinde düzenlenen Seneca Falls Konferansı, kadın haklarının kitlesel ölçekte ilk kez tartışıldığı toplantıydı. Elizabeth Cady Stanton ve Lucretia Mott öncülüğünde yapılan bu toplantıda, “Kadın Hakları Bildirgesi (Declaration of Sentiments)” kabul edildi. Bildirge, ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nden esinlenmişti ve “kadınların oy, eğitim ve mülkiyet hakkı kazanımları” gibi talepleri içeriyordu. Bu konferans, kadınların oy hakkı için verdiği mücadelenin de temellerini attı.

Kadınların oy hakkı ve 20’inci yüzyıl mücadeleleri

Kadınlar, özellikle oy kullanma, seçme ve seçilme hakkı konusunda uzun yıllar boyunca mücadele verdi.

Bu konuyla ilgili olarak öne çıkan Yeni Zelanda, 1893 yılında kadınlara oy hakkı veren dünyadaki ilk ülke oldu. Bu tarihi adım, diğer ülkelerdeki kadın hareketlerine de ilham oldu.

İngiltere’de Emmeline Pankhurst liderliğinde 20’inci yüzyılın başında düzenlenen aktif eylemler, 1918 yılında 30 yaş ve üzeri kadınlara oy hakkı tanınmasıyla başarıya ulaştı. 1928’de ise kadınlar, erkeklerle eşit şekilde oy kullanma hakkına kavuştu.

ABD’de 19’uncu Anayasa Değişikliği 1920 yılında kabul edildi ve bu değişiklikle beraber kadınlar da oy hakkına kavuştu.

Türkiye’de de Türk kadınları 1930’da belediye seçimlerinde, 1934’te ise genel seçimlerde oy kullanma hakkını elde etti.

Kendi işini kurmak isteyen kadınlara yönelik finansal destekler, mentorluk programları ve global iş birlikleri artmalı.
Kendi işini kurmak isteyen kadınlara yönelik finansal destekler, mentorluk programları ve global iş birlikleri artmalı.

Kadın haklarının gelecek vizyonu

Gelecekte kadın haklarına dair umutlar ya da planlar sadece yasal eşitlikle sınırlı kalmayıp toplumsal ve kültürel dönüşümü de kapsamalı. İşte bu konuda umudu yitirmeden mücadele edilmesi gereken bazı başlıklar:

Toplumsal cinsiyet eşitliğinin kökleşmesi: Yasal eşitliklerin kültürel değişime dönüşmesi sağlanmalı. Kadınların sadece kağıt üzerinde değil, günlük hayatta da eşit hak ve fırsatlara sahip olduğu bir dünya vizyonu hedeflenmeli. Meslek seçiminde, liderlik pozisyonlarında veya sanatta kadınlara biçilen rollerin ötesine geçilmeli. Eşit maaş, iş yerinde tacizden korunma ve kariyer basamaklarında adaletin sağlanması gibi adımlar atılmalı. Kendi işini kurmak isteyen kadınlara yönelik finansal destekler, mentorluk programları ve global iş birlikleri artmalı.

Siyasi temsilin güçlendirilmesi: Yerel yönetimlerden parlamentolara kadar daha fazla kadının karar alma mekanizmalarında yer alması gerekiyor. Kadınların siyasette etkin roller alabilmesi için somut politikalar oluşturulmalı.

Eğitim ve bilimsel katılım: Kız çocuklarının eğitiminin desteklenmesi çok çok önemli. Dünyanın her yerinde, özellikle de eğitim imkanlarına erişimde zorluk yaşayan bölgelerde, kız çocuklarının okullaşma oranı artırılmalı. Bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik gibi alanlarda kadınların daha görünür olması için burslar, projeler ve eğitim programları hayata geçirilmeli.

Şiddetsiz bir gelecek: Kadına yönelik hem fiziksel hem de psikolojik şiddete karşı daha güçlü yasal mekanizmalar uygulanmalı. Sosyal medyada kadınlara yönelik taciz ve nefret söylemlerine karşı yasal düzenlemeler ve bilinçlendirme çalışmaları artırılmalı.

Küresel dayanışma ve kolektif hareketler: Uluslararası iş birliklerinin artması da kadın hakları hususunda önemli. Kadın haklarını savunan örgütlerin sınırları aşarak birlikte hareket etmesi, değişimin hızını artırabilir. Örneğin İsveç gibi bazı ülkelerin benimsediği feminist dış politika anlayışının yaygınlaşması, kadın haklarını uluslararası arenada daha güçlü bir şekilde savunabilir.

Gelecekte kadın hakları, yalnızca bireysel özgürlüklerin değil, toplumsal adaletin de merkezinde olmalı. Umudumuz eşitliğin, her alanda somut ve sürdürülebilir bir şekilde hayat bulması.